14 Mart 2013 Perşembe

SİNEMA VE EDEBİYAT


SİNEMA VE EDEBİYAT

İlk denemelerini 1895 yılında gördüğümüz sinema, ortaya çıkışında yedinci sanat dalı olarak gösterilmiştir.
Sinema; kurguya dayalı, dramatik yaklaşımlı, olayın ön planda olduğu kısa ve uzun metrajlı “konulu film” çalışmaları sebebiyle “hikâye” ve “roman” türündeki malzemelere çok önem vermiştir.
Sinemada anlatma metodundan daha çok görsel metot ön plandadır.

Sinema ve Edebiyatın Birbiriyle Olan İlişkisi

Klasik anlatış düzeninden modern hikâye ve romanlara kadar hikâye geleneğimizin kahramanları daha önce okuyucunun hayal dünyasında yaşamakta iken sinema ile cisimleşmiş ve bir sanatçının şahsında sosyal hayata aksetmiştir. Buna örnek olarak “Battal Gazi” denilince akla Cüneyt Arkın’ın gelmesi gibi.
Bu edebi eserlerin sinema ve televizyona aktarımı her ne kadar sakıncalı olduğu yani kurguyu cisimleştirdiğinden veyahut hayalleri sınırladığından bahsedilmiştir, ama günümüzde sinemanın olumlu ve yapıcı bakış açıları ile değerlendirme mecburiyeti iyice hissedilmiştir.
Edebiyat ile iletişim yeni bilgi alanı olacak ise estetik değer ile bilimsel metodu bağdaştırıp yani geleneksel değerler ile modern hayatın gerçeklerini birleştirme yönünde çabaların olması gerektiği söylenir.
Görüntülü iletişim, sadece kelimelerle dolu bir kağıt ya da kitaptan daha etkilidir. Bu hareketli görüntü kısa bir süre zarfında geçici özellikler taşısa bile, kağıttaki kelimelerden daha etkilidir. Hareketli görüntülerle sunulan anlatış düzenini, hayal gücünü sınırlaması yanında kelimelerle oluşmayan yeni çağrışım ve imaj dünyası teşekkül ettirmesi gibi bir özelliği vardır.
İyice düşünülürse anlaşılacaktır ki, sinemanın edebi eserlere getirdiği faydalar ve yeni ufuklar çok fazladır; ama eserin, yazarının istemediği şekilde yönlendirdiği ve yeni imajlarla değiştirdiği de ortadadır.
            Sinema ve edebiyatın bir başka sorunu ise eserin bir kitapla okuyucuya ulaşırken hem saklanabilen bir malzeme olması hem de tekrar tekrar inceleme imkanının bulunmasıdır. Bu yolla, muhataptaki fikir üretiminin önemi, sinema ile ortadan kalkmış gibi görünmektedir. Zira, sinema daha çok eğlendirme ve vakit geçirme yönü ile yaygınlaşmaktadır.  Edebiyat mesaj verir; sinemanın ise mesaj verme gibi bir kaygısı yoktur.
Sesli ve görüntülü bir iletişim aracından izlenen edebi eser, seyircisini kolaylığa itmekte ve sanatçı ile kurulan gönül bağının, yazarın kelimelerinden çok perdedeki motif ve figürlerle kurulduğu görülmektedir.  
Eserin orijininden ne kadar uzaklaşırsak, objektif tavrımızı o ölçüde kaybederiz. Bu doğrudur ancak; teknik ve ekonomik imkanlar ilerledikçe, ciddi inceleme ve araştırma yapmak; eserin yazarıyla birlikteymiş gibi, eser üzerinde fikir üretmek isteyen insanlar bant, kaset, cd gibi araçları temin ederek hareketli görüntüleri tekrar tekrar ele alabilecekler ve yer yer kitabın aslı ile karşılaştırabileceklerdir. Böylece filme alınmış edebiyat eseri, tıpkı kitaptaki edebi eser gibi çeşitli sahalara transfer edilebilecek ve eğitim, ekonomi, tanıtım, tıp gibi sahalarda çok amaçlı çok fonksiyonlu bir kullanıma ulaşabilecektir.
Edebiyat eğlence ve zaman geçirme aracı değildir. Edebiyat, bir bilgi ve düşünce vermelidir. Edebiyatın amacı insanın kişiliğine katkı sağlamaktır. Sinemanın ise böyle bir amacı yoktur. Sinema daha çok para kazanma içindir. Sinema göründüğü kadar masum bir sanat dalı değildir. Kültür ve sanatın ayakta kalabilmesi için satılması gerekir.    
            Türk Edebiyatında edebi eserler filme çekilirken genelde esere ihanet edilir. Bunun sebebi ise senaristlerin senaryoyu kendi hayal dünyalarında kurdukları imajı sahneye yansıtmak istemişlerdir. Misal “Aşk-ı Memnu” filminin kitaptan ne kadar bağımsız hareket ettiği ortadadır.




SİMON’UN FİLMDE SİNEKLERİN TANRISI OLARAK GÖSTERİLEN DOMUZ BAŞIYLA KARŞI KARŞIYA OLDUĞU SAHNE


“Sineklerin Tanrısı” Kitabında Simon ile Sineklerin Tanrısının Karşılaştığı Bölümden Bi Alıntı

Tepelerinde, gök gürültüsünün topları yeniden atıldı; ve hurma ağaçlarının kupkuru yaprakları, ansızın esen rüzgarda çatırdadı.
            “Aptal bir küçük oğlansın sen” dedi Sineklerin Tanrısı. “Cahil ve aptal bir küçük oğlandan başka bit şey değilsin.”
            Simon, ağzında şişen dilini oynattı; ama bir şey söyleyemedi.
            “Öyle değil mi?” diye sordu Sineklerin Tanrısı. “Aptal bir küçük oğlandan başka bir şey değilsin.”
            Simon, aynı sessiz sesle karşıladı bu soruyu.
            “Peki öyleyse” dedi Sineklerin Tanrısı. “Koşup ötekilerle oynasan, daha iyi olur. Onlar, kafadan çatlak sanıyorlar seni. Ralph’ın seni kafadan çatlak sanmasını istemezsin, değil mi? Sen, Ralph’ı çok seversin değil mi? Domuzcuğu da, jack’ı da?”
            Simon, başını hafifi kaldırmıştı. Gözlerini ayıranmıyordu Sineklerin Tanrısı’ndan ve Sineklerin Tanrısı gözlerinin önünde boşlukta asılıydı.
            “Ne yapıyorsun burada, tek başına? Korkmuyor musun benden?”
            Simon titredi.
            “sana yardım edecek kimse yok. ben varım ancak. Bense, canavarım.”
            Simon, ağzını zorla kımıldattı; duyulabilecek bir söz söyledi:
            “bir değneğe takılmış domuz başı.”
            Baş, “canavarın avlanıp öldürülebilecek bir şey olduğunu sanmakta nereden aklınıza geldi!” dedi.
            Ormanda simon’un belli belirsiz görebildiği başka yerlerde, bir kahkahanın gülünç taklidi çınladı bir iki saniye.
            “Sen biliyordun, değil mi? Sizlerin bir parçası olduğumu biliyordun? Sizlere öyle yakın, öyle yakın, öyle yakınım ki! Her şeyin bozuk gitmesinin nedeniyim ben. Bunu biliyorsun, değil mi?”
            Kahkaha yeniden ürperircesine çınladı.
            “Haydi,” dedi Sineklerin Tanrısı: “ötekilerinin yanına git de, unutalım bu olup bitenleri”
            Simon’un başı boşlukta sallanmaktaydı. Değneğe takılı rezil şeye özenircesine, gözleri yarı kapalıydı. Bir nöbet geçireceğini biliyordu. Sineklerin Tanrısı, bir balon gibi şişiyordu.
            “Gülünç bir şey bu. Oraya gitsen de gene ancak benimle karşılaşacağını pekala biliyosun… Onun için kaçmaya kalkma!”
            Simon’un bedeni bir yay gibi gerilmiş, kaskatı kesilmişti. Sineklerin Tanrısı, bir öğretmen sesiyle konuştu:
            “Yeterince ileri gitti bu iş. Benim zavallı yolunu şaşırmış çocuğum, benden daha mı iyi bileceksin yoksa?”
            Bir duraklama oldu.
            “haberin olsun öfkeleneceğim. Anladın mı? Seni istemiyorlar. Anladın mı? biz eğleneceğiz bu adada. Anladın mı? Biz eğleneceğiz bu adada! Onun için, bir haltlar çevirmeye kalkma, benim zavallı yolunu şaşırmış çocuğum, yoksa…”
            Simon, koskocaman bir ağzın içine bakar buldu kendini. Bu ağzın içinde bir karanlık vardı, yayılan bir karanlık.
            “… yoksa,” dedi Sineklerin Tanrısı, “seni yok ederiz. Anladın mı? Jack, Roger, Maurice, Robert, Bill, Domuzcuk ve Ralph. Yok ederiz. Anladın mı?
            Simon ağzın içindeydi. Düştü. Bayıldı.

Sineklerin Tanrısının Kitabının ve Sinemasının Karşılaştırılması
        
William Golding’in Sineklerin Tanrısı adlı eserin altı ile on iki yaşlar arasında bir grup çocuğun düştüğü adadaki kaldıkları süre içinde yaşadıkları maceralar anlatılır. Çocuklar küçük oldukları ve doğal olarak karanlıktan korktukları için kendi dünyalarında bir canavar yaratırlar. Bu canavar aslında ölü bir paraşütçüdür. Bu canavara kurban olarak bir domuz kafası sunarlar. Ve çocukların içinde bu canavara sadece Simon adlı bir çocuk inanmaz. Herhalde kendi iç dünyası ışık içinde olduğundan, tüm çocukların ödünü koparan karanlıklardan hiç korkmadığı için geceleyin tek başına ormana giden, ara sıra bayılıp bir çeşit sara nöbeti geçiren Simon’u öteki çocuklar biraz çatlak bilirler.
            Simon’un Sineklerin Tanrısıyla konuşmasını hem yazılı metinden hem de sinemaya aktarılmış halinden ele aldık. Metinde geçen bu sahne sinemadaki sahne ile bazı benzerlikler göstermesine rağmen farklılıklarda göstermektedir. Bu farklılıkların kaynağı biri sahneyi, kelimeleri kullanarak diğeri ise görselliği anlatmıştır. Metinde o anı başka türlü anlatmayacağı için yani o “sessiz sesi” vermek için kelimeler kullanılmıştır. Sinemada ise Simon ile Sineklerin Tanrısı dediğimiz şeyle konuşması sadece bakışma şeklinde gelişmiştir. Ayrıca sinemada bu konuşma dillendirilmemiş izleyicinin yaratıcı gücüne bırakılmıştır. Metinde geçen:
            “… Aptal bir küçük oğlandan başka bir şey değilsin…” sözlerini Sineklerin Tanrısı sarf eder. Sinemada ise canavara sunulan domuz başının karşısına geçen Simon’un bu başa bakması şeklinde bir sahneye yer verilir. Sinemada herhangi bir konuşma geçmemektedir. Aslında sinemada Sineklerin Tanrısı gibi de bir şey de geçmez. Fakat kitapta bu adlandırma birkaç sahnede verilir. Kitapta verilen bu Sineklerin Tanrısı, insanlığın başlıca hastalığıdır. Yani Simon’un sözleri ile “bizden başka canavar yok belki” diye açıklanır. Sineklerin Tanrısı insanlığın içindeki kendi ürettiği korkulardır. Sineklerin Tanrısı, üstüne sineklerin konduğu ölü bir domuz başıdır. Jack, ilkel bir insanın inancıyla, karanlık güçleri yatıştırmak, kendini ve kabilesini canavardan koruyabilmek amacıyla, öldürdüğü bir domuzun başını kesip iki sivriltilmiş bir kazığa geçirmiş, kazığı bir put dikercesine toprağa çakarak bu kokuşmuş domuz başını canavara sunmuştur.
            İngilizlerin Beelzebub dedikleri şeytanın Kutsal Kitap’taki İbranice adı Sineklerin Tanrısı anlamına gelen ba-al-zbub olduğu için de, Golding kitabına bu adı vermiştir. Simon insanları çok sevdiği halde ara sıra tek başına kalabilmek için, ormanda gizli bir yer bulmuştur kendine. O gizli yerde Sineklerin Tanrısı ile karşılaşır günün birinde. Çocukların karabasanlarına giren canavar olduğunu açıklayan Sineklerin Tanrısı, çocuklar arasında ancak Simon’un gerçeği bildiğinin farkındadır; Çünkü ancak Simon canavarın, çocukların içinde olduğunu, bundan ötürü de hiçbir zaman öldürülemeyeceğini anlamıştır.
            Metinde geçen “Sineklerin Tanrısı; koşup ötekilerle oynasan daha iyi bilir. Onlar kafadan çatlak sanmasını istemezsin, değil mi? Sen Ralph’ı çok seversin, değil mi? Domuzcuğu da, Jack’ı da?” dialoğu Sineklerinin Tanrısının tüm çocukların canavara inandıklarını Simon’un da onların yanına gitmesi gerektiğini söyler. Fakat Simon diğerlerinden farklı bir çocuk olarak bunu yapmaz. Ayrıca kitapta “Simon başını hafif kaldırmıştı. Gözlerini ayıramıyordu Sineklerin Tanrısı’ndan ve Sineklerin Tanrısı gözlerinin önünde boşlukta asılıydı.” Cümleleri, sinemada Simon’un domuz başı ile şimşeklerin altında bakışması ile verilir.
            “baş, canavarın avlanıp öldürülebilecek bir şey olduğunu sanmakta nereden aklınıza geldi.” diyerek canavarın aslında onların kurduğu hayal olduğunu söyler.
            Metindeki, Simon’un Sineklerin Tanrısı ile karşılaşmasını sinemadaki sahnesi ile karşılaştırdığımızda görüyoruz ki edebiyat yazınsal sanat, sinema ise görsel bir sanattır. Edebiyat kelimeleri kullanırken sinema görselliği ve efektleri kullanır. Metindeki sahne ile sinemadaki aynı sahnenin farklılıklar göstermesi yapılarındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır.              
         

İDEOLOJİ VE EDEBİYAT



İDEOLOJİ VE EDEBİYAT

A)    İDELOJİ NEDİR?
   “İdeoloji” 18. yy. sonlarında, Fransız filozofu Destutt de Tracy tarafından ortaya atılan bir terimdir. “düşüncelerin bilimi” anlamını karşılayacak felsefi bir terim olması, amaçlanmıştı. Bu terimin kullanımında genelde Locke ve deneyci geleneğin “düşünce” tanımı temel alınmıştı. Dolayısıyla düşünce sözcüğü eski metafiziksel ve idealist anlamlarında soyutlanmıştı. Bütün düşünceler insanın dünyaya ilişkin yaşantısında kaynaklandığı için, düşüncelerin bilimi de doğal bir bilim olmalıydı. Özellikle Destutt ideoloji sözcüğünü zoolojinin bir bölümü olarak kullanır:
  “Eğer zihinsel yeteneklerini bilmiyorsak, bir hayvanı tam olarak tanıyamayız. İdeoloji zoolojinin bir bölümüdür ve özellikle de insanda bu bölüm oldukça önemlidir ve derinlemesine anlaşılması gerekir.”[1]
    İdeoloji; çeşitli biçimlerde tıkayabilen, meşrulaştırabilen, doğallaştırabilen hatta evrenselleştirebilen söylemsel ve göstergesel mekanizmadır.
    Genel olarak “ideoloji” siyasi ya da toplumsal bir öğreti meydana getiren ve siyasi ve toplumsal eylemi yönlendiren düşünce inanç ve görüşler sistemidir.
B)    İDEOLOJİK BİÇİMLER
     Özelleşmiş bir alanda (bilim ve sanat alanı gibi) bir ideoloji oluşturan, özel fikirlerden bir bütün anlatılır:
Ø  Din,
Ø  ahlak,
Ø  bilim,
Ø  felsefe,
Ø  sanat,
Ø  edebiyat,
Ø  şiir.
C)    İDEOLOJİ TEORİSİ
     Toplumsallık veya toplumsal problemlere duyarlılık 1950’li yıllara doğru açık bir şekilde ideolojik bir tavra bürünmüş ve sosyalist/kominist eğilimlere bürünmüştür. Özellikle Marksist düşünürler önemli bir ağırlığı oluşturur. “Marx, Lenin, Gramsci, Lukacs, Althusser” gibi düşünürler bu alanda çalışmalar yürütmüşlerdir. Bunun dışında, ideoloji teorisiyle ilgilenen diğer düşünürler de Marksizmle etkileşimli olarak (lehte veya aleyhte) çalışmalarını yürütmüşlerdir.
       Değer yargıları, inançlar, bilgi, bilim, kimlik, Özne'lik, Din, Felsefe, Bakış açısı, Dünya görüşü, gibi kavram ve kategorilerin tamamı bir şekilde ideoloji ile ilişkilidir ve bu nedenle de ideoloji teorisinin içinde değerlendirilmeye tabi tutulurlar.

Marks ve Engels

        Marksist (toplumcu) anlayışının kökü Karl Marks ve Friedrich Engels’in sanat, ekonomi, toplum ve siyaset hakkındaki manifestolarına kadar uzanır.
                    Marks ve Engels’e göre ideoloji, altyapıya bağlı fakat aynı zamanda onunla etkileşen bir oluşumu ifade etmektedir. Yine Marks’a göre “İdeoloji gerçeğin bir parçasını, insani zayıflığı; ölümü, acıyı, güçsüzlüğü içinde taşır. Böylece yorumlanmış ve aktarılmış gerçekle bir bağıntısı olduğundan bu gerçeğe geri dönebilir ve gerçekten canlı olan insanlara kurallar ve sınırlar koyabilir. İdeoloji dünyayı nasıl görmek gerektiğini bildirir ve yaşam biçiminin yorumlanmasını sağlar. İdeoloji kendilerini haklı görmek ve göstermek isteyen egemen oluşuma yardım eder. O, bir dünya görüşüdür ya da dünya görüşünü temsil eder”.
       Marks bir toplumda egemen sınıfın çıkarı ile egemen düşüncenin birlikte var olmak zorunda olduklarını belirterek ideolojik oluşumun bu ilkeye bağlı olarak oluşup yaşadığını söyler.
                   Yine Marks’a göre, ideoloji gerçeklik hakkında bir yanılsama, bir illüzyon değil, onun bilinç üzerindeki izi ya da görünümüdür. Bu durumda ideoloji, kapitalist düzende siyasal iktidarı meşrulaştırmaya, bireyi sisteme entegre etmeye yardımcıdır.
                       
 “Sanat, Sanatçı ve Güzellik” Kavramlarına Bakış
                   “Sanat” genel bir ifade ile insani ve toplumsal gerçekliğin ifade edildiği bir ideoloji biçimi olarak görülmüştür. Onlar sanat ve sanatçıya önem vermişler ve insanın sanata yakın olması gerektiğini savunmuşlardır.
                   Onlar’a göre; mutlak anlamda bir güzellikten söz edilemez. Bu kavram çağdan çağa, ırktan ırka farklılık gösterdiğini, sanat eserinin güzelliğinin içeriğiyle alakalı olduğunu savunurlar. Sanat olayının nedenini ortaya koyarken ekonomik şartları ve toplum içindeki sınıf çatışmalarını temel alır ve sanat olayını bu esaslarla açıklar. Sadece bunu yorumlamakla kalmayıp onları politik bakımdan yargılar.
                   Edebi eserleri oluşturan yazarlarında mutlaka bir dünya görüşü, hayata bakışı ya da ideolojisi vardır ve bunları da eserlerinde az ya da çok yansıtırlar. İşte bu noktada Marksistler yazarın başarılı bir eser ortaya koymak için mutlaka kendi ideolojilerine hizmet edecek şekilde yazması gerektiği kanısındalar. Bu da beraberinde “acaba bu nasıl bir ölçüt olacak?” sorusunu getirir.
                   Bir sanat dalı olan ve estetik ölçüde değerlendirilmesi gereken edebiyata ideolojik ölçütlerle yaklaşma çok tartışılmış bir sorundur. Bunu üç grupta ele almışlar;
                        1) Sadece toplumculuğu esas alan eserler iyidir.
                        2) iyi olan her eser toplumcudur ama her toplumcu eser iyi değildir.
                        3) Toplumcu eserlerin bazıları iyidir.
Althusser'e göre ideoloji
              Platon’dan beri süregelen yansıtma kuramının bir türü olan Marksist anlayış 1960’larda edebiyatı yansıtma olarak değil de üretim olarak ele alan yeni bir gelişme göstermiştir.
                   Althusser, Marksizm’e yeni bir yorum getirmiştir, ona göre toplumsal gerçekliği ekonomik düzeydeki değişikliklere indirgeyemeyiz çünkü toplumsal gerçeklik 3 ayrı düzeyden oluşur: ekonomik, politik, ideoloji.
İdeoloji kendine has bir özerkliğe sahip ve öteki düzeyler üzerinde etkisi olan bir üst yapı kurumudur. İdeoloji maddi altyapının üzerinde uçuşan bir “fikirler bulutu” değildir, kendisi de bir bakıma maddidir, çünkü kilise aile okul ve parti gibi kurumların maddi pratiğinde üretilir. Bunlara Althusser “ideolojik aygıtlar” diyor. Bunların bir görevi sınıf yapısını toplumdaki bireyler tarafından benimsenmesini sağlayacak bir ideoloji üretmektir.
      Fransız düşünür Louis Althusser’e (1918-1990) göre ideoloji, toplumsal yaşantıyı farklı biçimde fakat her zaman ve her aşamada kendiliğinden etkileyen bir oluşumdur.
                  Althusser, ideoloji ile ilgili üç ana tez ileri sürmekte ve bunları şöyle sıralamaktadır:
1.      İdeolojinin tarihi yoktur.
2.      İdeoloji bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkilerini temsil eder, bu ilişkilerin bir tasarımıdır.
3.      İdeoloji bireyleri özne olarak çağırır.
           
            Althusser bu ana tezlerden neden-sonuç ilişkisi içinde ara tezler üretmiştir.
Hollandalı Filozof Spinoza
Spinoza’ ya göre ideoloji “mukaddemi olmayan muhassaladır” yani başlangıcı olmayan bir sonuçtur.
            Spinoza’nın bu tanımı, ideolojinin tarihi yoktur, o bir ortamı ifade eder diyen Althusser’in ideoloji tanım ve anlayışı ile büyük bir yakınlık, benzerlik gösterir
İdeolojik Yaklaşımlar
      Faşizm Benito Mussolini - Adolf Hitler
      Komünizm Karl Marx - Friedrich Engels
      Kapitalizm
      Osmanlıcılık
      İslamcılık
      Batıcılık
      Türkçülük 
Faşizm
Faşizm, 20. yüzyılda doğmuş ve yayılmış bir ideoloji olarak bilinir. Oysa gerçekte savaşı ve vahşeti yücelten bu ideolojinin kökeni, antik çağlara, Sparta'ya kadar uzanmaktadır. Hızlı yayılışı ise I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından oldu, Almanya ve İtalya başta olmak üzere, İspanya ve Japonya gibi ülkelerde faşist yönetimler iktidarı ele geçirdiler.
Faşizm, ciddi olarak ilk defa Benito Mussolini ve Adolf Hitler aracılığıyla uygulanmışsa da tarihe bakıldığında başka faşist uygulamalara da rastlanmaktadır. Roma İmparatorluğu ve Persler ırkçı uygulamalarıyla bunun ilk örneklerindendir.
faşist ideolojiyi, eğitimden kültüre, dini kurumlardan sanata, devlet yapısından askeri sisteme, polis teşkilatlarından insanların özel yaşamına dek hemen her alana zorla empoze ettiler.
            Fichte’nin milliyetçiliğine, Carlyle’ın seçkinciliği ve Nietzsche’nin üstün insan düşüncesiyle George Sorel’in görüşlerine dayandığı için, bir teoriden ziyade bir inanca karşılık gelen faşizm, milliyetçilik, komünizmden duyulan nefret, demokratik siyasete karşı güvensizlikten başka, tek partili bir devlete duyulan bağlılıkla karizmatik liderlere duyulan inancı içerir.
Komünizm
Sosyal örgütlenme üzerine bir kuramsal sistem ve üretim araçlarının ortak mülkiyetine dayalı bir politik harekettir. Komünizm sınıfsız bir toplum yaratma amacındadır. 20. yüzyılın başından beri dünya siyasetindeki büyük güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl Marx'ın ve Friedrich Engels’in kaleme aldığı Komünist Parti Manifestosu ile birlikte anılır.
Sol Komünizm
Leninizm'e göre komünizme giden süreç burjuvazinin ortadan kalkmasını sağlayacak olan proletarya rejimi başlatılacak ve ardından komünizmin hazırlayıcısı sosyalizm aşamasına geçilecektir. Marksist kuramda son aşama olan komünizmin gerçekleşmesiyle devlet ortadan kalkacaktır.
Anarşist komünizm
Anarşist komünizm ise, devlet'in kapitalizm için bir kılıf olduğunu ve bu yüzdende sınıfsız bir topluma gidilecek süreçte kullanılmasının sonucunda "diktatörlük", "devlet kapitalizm"i ya da bir sözde zümrenin, toplum üzerinde iktidarı'na yol açacağını düşünür.
Peter Kropotkin, Nestor Makhno, Errico Malatesta, Carlo Cafiero anarşist komünizm düşüncesinin temellerini atan düşünürlerden ve eylemcilerden bazılarıdır.

Ç) EDEBİYAT
            İdeoloji, her şeyden önce fikir (idée) demektir. İdeoloji, bir bütün, bir teori, bir sistem, hatta bazen bir zihniyet oluşturan fikirlerin tümüdür. Diğer bir deyişle, Siyasal veya toplumsal bir öğreti oluşturan, bir devletin, bir hükümetin, bir partinin, bir sınıfın ya da toplumsal bir kesimin davranışlarına yön veren politik, hukuksal, bilimsel, felsefi, dinsel, moral, estetik düşünceler bütününe ideoloji denir, demiştik. Şimdi ise edebiyata yansımasını ele alalım.
Savaş Yılları
            I.Dünya savaşı yıllarında, değişik ülkelerin aydınları, sanat ve kültür insanları uluslarının çıkarları doğrultusunda iktidarlarla işbirliğine giriyor ve üretimde bulunuyorlar. Halkın zamanla savaştan bıktığı durumlarda bile yazarlarında dâhil olduğu bütün ulusal kültür sektörlerinin hükümetlerini desteklemesi ve bir propaganda olarak hem kazanmıştır.
            Kamuoyunu etkileme ve yönlendirme eylemi olarak propaganda daha 19. yüzyılda devletin dışında fakat genellikle onunla uyum içinde çalışan çıkar gruplarınca yaygın bir biçimde kullanılmıştır. ( İngiltere, Almanya gibi. )
            Edebiyat alanında üretimde bulunan yazarlardan oluştuğunu görüyoruz. İngiltere H.G. Wells, Arnold Bennett, Rudyart Vipling, Conan Doyle, John Golsworthy, Bernard Shaw, Mark Twain, Henry James, Thomas Mann, Robert Musil, Gerthart Hauptman, H. V. Hofmanasthal gibi 1914’ten önce de ülkelerinin kamuoyunu belirleyen, hemen hemen her konudaki düşüncelerini kültürlü kesimlere merak edilen yazarlardır. Savaş çıkmasıyla birlikte bir iki istisnanın dışında bütün yazarlar ülkelerinin çıkarları doğrultusunda yazıp çizmeye başlayacaklardır.
            İngiliz hükümeti Ağustos 1914’te aynı zamanda ünlü bir yazar olan Charles Masterman’ı Savaş Propagandası Bürosu başına getirirler. Masterman 2 Eylül 1914’te İngiltere’nin neredeyse bütün önemli yazarlarını bir araya bir toplantı düzenler. Böylece B. Shaw, B. Russeld ve daha az tanınan birkaç yazar dışındaki bütün yazarlar İngiliz propaganda faaliyetine katılmış olurlar. Yazarların ürettiği broşürler, öyküler, şiirler, makaleler ve kitaplar hükümetin el altından desteği ile yayın evleri tarafından yayımlanırlar.
            Yazarlar hükümetin düzenlediği cephe gezilerine katılır ve orada gördüklerinden yola çıkarak öykü ve roman üretirler. Örneğin John Masefield savaşı bir hezimet yaşanmamış gibi anlatır.
            Avrupa ülkelerinde propagandanın etken ve başarılı olmasında büyük rolü olan bir etkene değinmek gerekiyor. 1914’e gelindiğinde Rusya ve Osmanlı imparatorluğu dışında kalan halklar büyük oranda okuryazardılar. Bu okuryazarlığın doğrudan bir göstergesi bütün ülkelerde bütün ülkelerde edebiyatçıların propagandan etkilemede büyük başrol oynamasıdır. Örneğin Alman askerleri Goethe, Schiller, Fichte, Nietzsche okumaktadırlar. Savaş yıllarında basılan romanlar yüz binlerce satmaktadırlar.
Osmanlı Savaş Propagandası
Başlıca Avrupa ülkelerindeki örgütlü ve devlet öncülüğündeki kurumsal propaganda etkinliği Osmanlı devleti birkaç istisna dışında hiç görülmez. Nedeni olarak, yapılan her şey gerçeğin saklanması yönündeydi.
            1915’in ilk aylarına kadar güçlü bir propaganda etkinliğinin belirebileceğine dair işaretler görülür. Özellikle Türkçü aydınlar, savaşı ve savaşa girişi İttihat ve Terakki liderliğiyle aynı doğrultuda ve onaylayıcı bir biçimde söz konusu etmektedirler. Örneğin, Halide Edip, savaş başında “ Harp Muharebesi ” başlıklı makalesinde savaşa destek verir. Yine İttihat ve Terakki yakın ilişkide olan edebiyatçı Celal Sahir Erozon “ Edebi Yıl ” başlıklı yazısında bir yandan edebi üretimin güdüklüğüne dikkat çeker.
            İttihat ve Terakki Merkezi Umumi üyesi de olan, bir anlamda iktidarın kültür alanındaki temsilcisi Ziya Gökalp Harp Mecmuasının Kasım 1916 tarihli 14.sayısında “ Asker ve Şair ” şiirini yayınlayacaktır. Şiir, aynı sayılı derginin kapağında yer alan, Galiçya cephesindeki siperinde, bir el bombasını göğsünde tutarak uyuyan bir Türk askerinin fotoğrafından yola çıkmaktadır. Asıl şairin “sezdiği ve duyduğu” için bu asker olduğunu söyler.
II. Abdülhamit’in baskıcı monarşisinden anayasal monarşiye geçişi saylayan 1908 devrimi, sadece siyasal ve toplumsal açılardan değil Osmanlı düşün ve kültür açısından da belirleyicidir. Bu coşkulu geçiş dönemi aynı zamanda cumhuriyet rejimine geçilen 1923’e kadar etkili olacak başlıca ideolojik ayrımların belirlemeye başladığı dönemdir. Bu dönemde özellikle dört akım düşünsel ve siyasal alanı belirlemeye olay olarak çıkacaktır. Osmancılık, İslamcılık, Batıcılık ve Türkçülük olarak belirlenecek, her dönemde farklı özellikler gösterse de 1918 sonrasına değin belirleyici olmayı devam edecektir.
·         Osmancılık
·         İslamcılık
·         Batıcılık
·         Türkçülük
ŞİİR
Ziya Gökalp
Bu şiirleri yazan Gökalp’ın amacı şair olmak değil milliyetçiliği canlandırmaktır. İlk kitabı olan Kızıl Elma 27 şiir içermektir. Kitabı en başında bir paragraflık düzyazı bir giriş bulunmakta ve ardından Turan şiiri gelmektedir. Şiirlerini masallar, koşmalar ve destanlar başlıkları altında toplamıştır. Yayın tarihi tam olarak bilinmekte 16 Aralık 1914 yılları arasında çıktığı tahmin ediliyor.
Kızıl Elma’da Gökalp’ın 1911-14 arasında yayınladığı şiirler yer alır. Özelliklede Turan, Altın Destan, Ergenekon, Kızıl Elma ve Kızıl Destan yayınladıkları dönemde çok etkili olur. Altın Destanı ele aldığımızda, bu şiir hem Gökalp’ın mitolojik Türk tarihine ilgisi, hem de Gökalp’ın eski Türk uygarlığına yönelik okumalarında öğrendiği ve o günkü Türkçede bilinmeyen bazı Öztürkçe isim ve kavramları kullanmasıdır. Gökalp genellikle var olan değil var olmasını istediği, hayal ettiği şeylerle ilgilenmektedir. Kızıl Elma şiiriyle birlikte kendini mitolojik Turan’dan kendini geri çeker. Kızıl Elma, en modern yöntemlerle eğitilen gençler bütün Turan coğrafyasına yayılarak, yeni Türklerin tekrar birleşmesini hedefini gerçekleştirmektir.
            Kızıl Elma’dan sonra Kurt ile Ayı yayınladığını görüyoruz. Milliyetçi bir fabl olan bu şiirde, yaşlanan kurt genç ayı tarafından hırpalanır ve ininde ölür. Beş yavrusu öksüz kalır. Bu yavrular büyünce annelerin öncünü alırlar. Şiirde, ayı Rusya Kurt Osmanlı’nın durumu ve yavruları ise bütün Türklerdir. Daha sonra gelen Esnaf Destanı, balkan savaşı ardından yaşanan milliyetçi coşku doğrultusunda, ticaret alanın millileşmesi ile üretime ve üreticilere önem verilmesi noktalarını vurgulayan şiirdir. Yine başka şiirlerinde Şehit Haremi, Asker Duası, Hayat Yolunda, Yeni Atilla, İlahi, Yeşil Boncuk genelde balkan hezimetiyle ilgili olarak 1943 yılı içinde yayınlanmıştır.
Yeni Hayat, yeni mecmua yayınlanarak 1918’te İstanbul’da basılır. 32 şiirden oluşan bu kitap Gökalp’ın 1915-18 yıllarını kapsayan şiirleridir. Kitapta yer alan şiirlerin çoğunluğun tek sözcüklük ve kavramsal başlıklar taşır. Bazı kavramsal karşılaştırmalar içerir.
·         Din
·         Ahlak
·         Köy
·         Lisan vb.
kelimeler…
·         Din ve İlim
·         Halife ve Müftü
kavramlar içerir.
Ela aldıkları konularına göre birkaç ana grupta toplayabiliriz: din, tesanütçü, ahlak, kadın, kültür, seçkinler gibi.
Kitabın birinci şiiri olan “Din” de sevgiye dayalı bir iman vurgulanır. Toplumsal hayatı düzenleyici kurallara sahip bir kurum olarak bir duyguya indirmektedir.
İkinci şiiri “Din ve İlim” de daima duygu yönü vurgulanır. Dinin duygu yönü vurguladığı sürece toplumsal düzenleyiciliği kısıtlanmış olacaktır.
Kitapta kadın konusuyla ilgili olarak dört şiir bulunur.
·         Kadın
·         Ev Kadını
·         Meslek Kadını
·         Aile
Sanat ve edebiyatla doğrudan ilgili üç şiiri vardır.
·         Sanat
·         Asker ile Şair
·         Lisan
Halkçı yaklaşımı Köy ve Seci şiirlerinde sergilemiştir. Talat Paşa ve Enver Paşa adlı şiirleri ile onları övmektedir.
Son olarak Türkçülük anlayışını Vatan, Millet ve Kavim şiirleri sergiler.
Mehmet E. Yurdakul
1908 sonrasının “Milli Şair”’i M.E. Y. savaş döneminin en verimli edebiyatçılarındandır. Savaşın başladığı 1914 yılına kadar, şiirleriyle çıkmaktadır. 1914’te başlayarak sırasıyla,
·         Ey Türk Uyan 1914
·         Türk Sazı
·         Tan Sesleri
·         Ordunun Destanı
·         Dicle Önünde
·         Hasta Bakıcı Hanımlar
·         Turan’a Doğru
·         Zafer Yolunda
Kitaplarını yayınlayacaktır. Kitaplarının adlarından da anlaşılacağı gibi, savaş yıllarında yazdığı ve yayımladığı şiirler, milliyetçi, coşkulu, orduyu ve devleti öven şiirlerdir.
            Mehmet Emin’in 1914 öncesi edebi kariyerinin bir diğer önemli unsuru halkçılığıdır; fakir bir balıkçının oğlu olarak dünyaya gelmesinin de etkisiyle halk için, halkın anlayabileceği bir dille, halkın yaşadığı sorunları ele alan şiirler yazar Biz Nasıl Şiir İsteriz? Şöyle açıklar,
Bu, her şeyden önce halkın anlayabileceği bir şiir olmalıdır. Bu nedenle M. Emin halkın anlayacağı sözcüklerle ve cümle yapısıyla şiirler yazar. Milletin devletin düşmanlarına karşı mücadele edilecek bu mücadele kazanıldıkça kötü gidişat değişecek ve halkın yaşamında anlamlı iyileşmeler görülebilecektir. Bunun olabilmesi için ise vatansever, dini ve milletini tanıyan, canını ve malı ve malını gerektiğinde düşünmeden feda edecek bireylerin yetişmesi gerekir. Yine Cenge Giderken başlıklı şiirinde orduda savaşacak köylülere nasıl davranmaları ve düşünceleri gerektiği konusunda bir model oluşturur.
Ey Türk Uyan
1914’te basılan Türk Sazında 73 şiir vardır ve kitap üç yüz sayfaya yakındır. Bu kitapta balkan savaşı sırasında yazılanlar değil, önceki dönemden şiirler de vardır, fakat yine aynı yıl basılan balkan savaşı yıllarında yazılmıştır.
Mehmet Akif Ersoy
Modern Türk Edebiyatının en tartışmalı isimlerinden biridir. Bazılarına göre dini bütün bazılarına göre büyük bir gericidir; halka yakındır, pehlivandır, dürüsttür, yobazdır, demokrattır, fesi çıkarıp, şapka giymemek için Mısır’a yerleşmiştir.
            Türk edebiyatı açısından önemi, gerçekçiliğin yerleşmesinde büyük rolü olan manzum hikâye türünün ilk değilse bile en başarılı temsilcisi olmasından kaynaklanır.
            Mehmet Akif bir panislamisttir ve dolayısıyla panturanist ya da Türkçülük vurgulu Türk milliyetçiliğine karşıdır.
            Safahat’ın Fatih Kürsüsünde isim vermeden doğrudan Gökalp’ı eleştiren bir bölüm de vardır. Milliyetçiliğin İslam ümmetini böleceğini ve böylece Osmanlı devletinde sona ermesine yol açacağına inanır. Milliyetçiliğin Müslümanları birbirine düşürdüğünü iddia eder. Safahat’ın yedinci kitabında olan Gölgeler’e aldığı “ Hala mı Boğuşmak?” başlıklı şiirinde dile getirir. Mehmet Akif, Ziya Gökalp’ın başını çektiği Türkçeliğe şiddetle ve en başından beri karşı olmakla birlikte, milli ya da daha doğrusu vatansever bir şairdir. Onda İslami düşünce ve edebiyat geleneği hakimdir. Bunda C. Efgani’nin etkisi büyüktür. Halkçı gerçekçiliğini, o halkın sorunlarını dile getirmek, Fatih Kürsüsünde dile getirir.
Asım
2500 dizelik bu kitap temelde Akif’i temsil eden Hocazade ile Hocazade’nin babasının arkadaşı olan Köse İmam arasında geçen bir diyalogdur. Hocazade’nin evine konuk gelen Köse İmam savaşın getirdiği yıkımlar, köylünün durumu, batılılaşma, eğitim, ahlak, aile hayatı gibi konular tartışılır.


Nazım Hikmet
1902’de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin…
Nazım Hikmet, kendi Otobiyografi’sinde de söylediği gibi bir daha doğduğu şehre dönmemiş, dönememiştir. Kavgayla, mücadeleyle geçen koca bir ömür ona bu fırsatı tanımamıştır. Çocuk denecek yaşlarda şiirle ve resimle uğraşmaya başlamış, ama şiiri ve edebiyatı hiçbir zaman salt sanatsal bir uğraş olarak görmemiş, daima ezilenlerin, sömürülenlerin, haksızlığa karşı dövüşenlerin yanında yer almıştır.
“Ben 1923’ten beri Türkiye Komünist Partisi üyesiyim; övündüğüm tek şey budur. Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve edilgen kalmış bir tek yazar göstermek kuşkusuz zor olacaktır. Yansız olduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olamaz.”
      Orak-Çekiç gazetesi
      Aydınlık dergisi.

Güneşi İçenlerin Türküsü
Ölenler
                   dövüşerek öldüler;
                                          güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
                                          Akın var
                                                      güneşe akın!
                                          Güneşi zapt edeceğiz
                                                      güneşin zaptı yakın!
Tiyatro
1914’te Burhanettin Bey Tiyatrosu
      Silah Omuza Arş!
      Ya Ölüm Ya Zafer
      Muhterem Katil
      Silah Başına
      Kanlı Şeref
1915’te
      Hacı Murat
      Türk Kanı
1916’te
      Asker Oğlu
      Türk Yılmaz
      Kafkasya'da Bir Gece
Roman
Roman, toplumu etkilemesi bakımından, anlatma esasına bağlı türler arasında en başta gelenidir. Türe özgü bu güç, kullanılan malzemeden ve malzemesi insan olan roman, bağlı bulunduğu toplumun zaman içinde değişen sosyal yapısını, zevklerini, dünya görüşlerini ve eğilimlerini vermesi yanında hayatı düzenleyen yönlendiren ufuk açan bir özelliğe sahiptir.
             Cumhuriyet dönemi Türk romanı, genellikle cumhuriyet ideolojisi çevresinde şekillenir. Bir önceki kuşağın romancıları, batılaşma, kaybolan değerlerlerle ilgili izlekler çevresinde sürdürür.
Romanlar genellikle savaş ve savaş sonrası çarpık düzeni eleştiren tezli romanlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
1923’ten sonraki Türk edebiyatı, konumuz itibariyle Türk romanı Cumhuriyet düşüncesi çevresinde biçimlenir.
Reşat N. Güntekin Çalıkuşu, Halide E. Ateşten Gömlek, Yakup K. Nur Baba, Kiralık Konak, Peyami Safa Sözde Kızlar adlı eserleri, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarının anılarını aksettirdikleri gibi değişen sosyal ve siyasal koşulların getirdiği sorunları dikkate sunan birer belge olarak kalırlar.
Reşat N. Güntekin, tiyatro, öykü, deneme çalışmalarıyla tanınır. Cumhuriyet ideolojisini yaymak, geniş kitlelere benimsetmek, halkı değişimden haberdar etmek ve aydınlatmak için Anadolu romantizminin yolunu açar.
·         Harabelerin Çiçeği
·         Gizli El
·         Çalıkuşu
·         Yeşil Gece
·         Acımak
·         Yaprak Dökümü
Şahin öğretmen gibi (Y. Gece) gibi kimileri, laik öğretimi medrese eğitimi karşısında başarılı kılmak için mücadele edecek; bir aile sorunu yüzünden soluğu Anadolu’da alan (Acımak) Zehra öğretmen gibi kimileri de Anadolu’yu aydınlatmak amaç edinecektir. Özellikle de Yeşil Gece Atatürk’ün “ bana yobazlığı eleştiren bir roman yaz!” direktifi üzerine yazılmıştır.
            Yine Miskinler Teknesi, Tanzimat fermanı ile kaldırılmış esirlik kurumunun ve evlatlık sorunun ele alındığı Kızılcık Dalları ve savaş Yıllarında deprem felaketi yaşamış bir Anadolu kasabasının dış dünyaya kapalı hayatından çarpıcı ve ibret verici sahnelerin sunulduğu Değirmen izler.
Yakup K. K ilk romanı, Kiralık Konak’tan son romanı Hep O Şarkı’ya kadar Türk toplumunun geçirdiği değişimi, yaşadığı önemli sosyal olayları farklı kırılma noktalarından ele alır. Kiralık Konak, Abdülhamit idaresinden cumhuriyete kadar değişim geçiren Türkiye’den kesitler sunar. Batılaşma ile gelen yozlaşma, pekiyi hazmedilmemiş yeni fikirler ve fikirlerin çeşitli kurumlarda ve özellikle aile üzerinde yaptığı olumsuz etkiler, konağın ve buna bağlı olarak geleneksel ailenin çöküşü.
            Hemen ardına yayınlanan Nur Baba romanı, toplumun bir başka sorununu, Türk kültür tarihi içinde önemli görevler üstlenmiş ama son iki asırda asli fonksiyonunu kaybetmiş olan Bektaşi tekkesi ve bu tekke çevresinde içinde bulundukları karamsar ruh halinden kurtulmak için kendilerine bir teselli yolu arayan İstanbul’un kibar tabakasının hayatını ele alır.
            Üçüncü romanı, Hüküm Gecesi’nde dikkatlerini çok partili hayata geçişimizi sembolize eden ikinci meşrutiyetin ilk günlerine, ittihat ve terakki partisinin siyasi çatışmalarına değinir.
            Halide E. ise Yeni Turan, Handan, Mev’ud Hüküm, Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye, Sinekli Bakkal adlı eserleri vardır. Bunlarda devrin ideolojisine yönelik yazılmış eserlerdir.
Öykü
            Medeniyet değiştirmek ortak noktasında buluşan ilk hikâye ve roman yazarlarımız, Osmanlılık, İslamcılık, Batıcılık, Türkçülük gibi ideolojileri doğrultusunda halkı aydınlatma ve bilinçlendirme faaliyetlerini bir ölçüde edebiyat üzerinden sürdürürler. İkinci meşrutiyet yıllarına geldiğinde, özellikle Ömer Seyfettin ve Refik Halit, hikâye kavramına yeni bir boyut kazandırarak süssüz ve akıcı bir Türkçe ile halkın gündelik hayatını anlatan hikâyeler yazmaya başlarlar. Bir süre sonra sıradan insan hikâyelerinin olay hikâyelerinin yerini almaya başladığı görülür. Memduh Ş. E, Sabahattin Ali, Sait Faik hikâyemize yepyeni bir soluk ve bakış acısı getirirler.
Servet-i Fünun, Fecr-i Ati ve Milli Edebiyat dönemi yazarlarıyla aynı yıllarda eser vermesine rağmen sanat anlayışı ve düşünceleriyle söz konusu topluluklara katılmayan Hüseyin Rahmi cumhuriyetin ilanından itibaren hikâye ve romanlarını yayımlar.
·         Kadınlar Vaizi
·         Namusla Açlık Meselesi
·         Katil Buse
·         Tünelden İlk Işık
·         Gönül Ticareti gibidir.
Bu hikâyelerde İstanbul’da yaşayan tipleri, sosyal meseleleri, giyim kuşam tarzları, gelenek görenekleri konulara değinmiştir.
Refik Halit Karay, Memleket Hikâyeleri ve Gurbet Hikâyeleri ile dönemin eleştirel bir biçimde ele almıştır.
Yine Ömer Seyfettin, Beyaz Lale, Bomba, Nakarat, Hürriyet Bayrakları gibi askerdeyken yazmış olduğu hikâyelerdir. Bunlarda Balkan savaşları öncesi ve sırasında Osmanlı milliyetçiliği fikrinin yanlışlığını gösterir.
            Konusunu tarihten alan hikâyeler, savaşın erdiği ruhsal çöküntüyü ve insanların moralini yüksek tutacak hikâyeleri ise,
·         Başını Vermeyen Şehit
·         Kütük
·         Vire
·         Ferman
·         Pembe İncilli Kaftan
·         Teke Tek
·         Topuz
·         Kızıl Elma Neresi gibi.
Hikâyelerini yanı sıra yazdığı makaleler ve risaleler de bu fikrin etrafındadır. Sanatın toplumu yönlendirici gücünü kullanır.

Görsel Yayın
Dergiler ve gazeteler önem kazanmıştır, yayımlanan önemli yayınlar şunlardır:
      Harp Mecmuası
      Türk Yurdu
      Halka Doğru
      İçtihat 
      Tanin
      Vakit
Günümüzdeki çeşitli gazete ve dergiler hatta yazarları belli bir ideoloji doğrultusunda yazılar yazdığını görmekteyiz.

D)    SONUÇ
Her dönemde edebiyatın her türü içinde yazarlar devletin başa gelen hükümetler tarafından destek görmüş ve bu destek karşısında yazarlar başa gelenin kendi çıkarları doğrultusunda destek vermişlerdir. Peki, sanat gayesi için ürün ortaya hiç konulmamış mıdır? Bunu anlayabilmek için geçmişten bugüne gelen edebiyat ürünlerini ve özelliklede de bugünün edebiyatını inceleyerek bu soruya cevap bulabiliriz.
İdeoloji salt düşünce biçimi olarak edebiyat kanalı ile yayılmıştır. Bir fikri ulaştırmak için en iyi yolun edebiyat olduğunu kitlelerce kabul edildiğini görmekteyiz.



[1] Raymont Williams, Marsizim ve edebiyat, syf 49, Adam yayınları, 1. Basım 1990