14 Mart 2013 Perşembe

EDEBİYAT VE RESİM



EDEBİYAT VE RESİM


l  Edebiyat ve resim, güzel sanatlar adı altında değerlendirilen, en önemli sanatlardan ikisi olma vasfını taşımaktadırlar.
l  Edebiyat ve resim, bütün milletlerin edebiyatlarında var olan ve birbiriyle sürekli ilişki içinde varlığını sürdüren ve böylelikle yeni ufuklara yelken açan bir yolda birbirini şekillendiren ve dönüştüren bir yapıyı haiz olarak günümüze kadar var olagelmiştir. Özellikle 20.yüzyılın başlarında ortaya çıkan empresyonizm ve kübizmin edebiyatta da tezahürlerini görmekteyiz. Empresyonist ve kübist ressamların resimleri özellikle Avrupalı sanatçıları ve kısmen de Türk edebiyatını etkilemiştir.
l  Resimde özellikle kuralsızlık, girift şekiller, soyut sanat, geleneksel olana karşı çıkma, dış gerçeklik ve tabiattan kopuş göze çarpar.
l  Türk Sanatı’nda resmin gelişmemesinde İslam dininin etkisi vardır. Şöyle ki:
            W.Arnold, Kuran’daki “musavvir” kelimesinin “yaratan, yapan, şekil veren” anlamında ve Allah’ın bir sıfatı olarak kullanıldığını, İslam’da tasvirin bu yüzden şiddetle yasak olduğunu söylemektedir.(Buğra, 2000) Yine bu anlayışı Hadislerde de görmekteyiz. Şu Hadis bunu ifade etmektedir:
l  “Allah katında kıyamet günü azabı en şiddetli olan kimseler musavvirlerdir. Her kim hayat sahibi bir suret resmederse, “hadi buna can ver bakalım” denilerek azap edilir. Halbuki o, hayat vermek kudretini haiz değildir.” (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI.cilt s. 533).
l  Kuran’da kesin bir emir bulunmamakla birlikte, tasviri yani resim ve heykeli yasaklayan hadislerin bulunduğu bir gerçektir. Kaldı ki tasvir yasağı sadece Müslümanlıkta değil, öteki semavi dinlerde de vardır. Nitekim Zebur’da altın ve gümüşten yapılan putların ağızları oldukları halde konuşmadıkları, kulakları olduğu halde işitmedikleri, gözleri olduğu halde görmedikleri belirtildikten sonra, bu putları yapanların sonunda onlara benzeyecekleri ve öteki dünyada bu putlara ruh üfleme azabından kurtulamayacakları ifade edilmektedir. Aynı şekilde ilk Hristiyanlığın da resim ve heykele, putperestliğe düşme kaygısıyla cephe alındığını ve 745 yılında Doğu Roma İmparatorluğu’nda vuku bulan “İkonaklazm Hareketi” ile kiliselerdeki bütün dini resimlerin imha edildiğini biliyoruz. Protestanlığın kurucusu Martin Luther de kiliselerden bütün dini tasvirleri kaldırmıştır.(Buğra, 2000)Bu yüzden Türk sanatında resim gelişme imkanı bulamamıştır.
l  Resim, ışığa kavuşan her şeyi büyük bir aşk ile incelemek ve bu aşkı renkler ve çizgiler aracılığı ile insanlara aşılamak sanatıdır.İçerisinde bir ışık, bir güneş tadı olmayan resim bir nakış şaheseri olabilir, fakat resim olamaz, diyen şair ve ressam Bedri Rahmi, resimde şiir ve ışık bütünlüğünü aradığı gibi, şiirinde de resim ve ışık güzelliğini arar.
l  Dış dünyayı bir ressam gözü ile inceleyen Bedri Rahmi, resim tablosunu andıran dış dünyadaki kompozisyonun kendi iç dünyasında da olmasını ümit eder. Çünkü bu kompozisyon içinde; "Ağaç bütün / Işık bütün /Meyve bütün“ fakat şairin iç dünyası paramparçadır.(Eyüboğlu, 1995)
l  "Şair ressamım - ressam şairim" diyen Bedri Rahmi, okuyucusuna şiirler aracılığı ile resim tabloları sunan bir sanatkârdır. Tabiat şiire davet edilirken, durgun imajlar ve semboller canlanır, tabiatın bizatihi kendisi şiir oluverir. Dış âleme ait unsurların, şairin iç âlemini yansıtan malzeme olması, şiir dizelerinin çizdiği yeni bir dış dünya ile karşımıza çıkar. Şair gönül enginliğini denize, şiiriyetinin yüksekliğini güneşe ve eserlerini parlak resim tablolarına benzetir. Bu bakımdan deniz, güneş, gökyüzü, mavi sözcükleri şiirlerinin ayrılmaz unsurları olur.(Eyüboğlu, 1986)
l  Bedri Rahmi'nin gerek şiirlerinde ve gerekse resimlerinde tasvir ettiği dış dünya onun ruh hallerini imajlar ve sembollerle gösteren gizli ve gizemli bir halde gösteren unsurlardır. Beşerî hayatında yaşadığı sıkıntılara rağmen, kâinata güzellikler ve mutluluklar penceresinden bakan şairin, şiir dili coşkun ve parlak tablolarla doludur.
l  Dış dünyayı örnek alan ressam, yaşadığı bölgenin iklim şartlarını bile sanatına yansıtır. Bu yüzden kuzey ressamlarının yaptıkları manzara resimlerinde gökler daima gridir, bulutludur. İtalyan ressamlarındakinde ise, her zaman mavidir. Çünkü o ressamlar doğduklarında beri gökyüzünü o renklerde görmüşlerdir. Türk ressamı da doğduğundan itibaren masmavi bir gökyüzü altında yaşamıştır. O kadar ki, batılı ressamlara “Türk Mavisi”(Turqoise) diye bir renk ismi bile hediye etmişlerdir.
l  Şair, Ressamın çizgiyle, renkle anlattığı alemi yazıyla, sözle üstelik de tek beyitte vermektedir.
l  Nedim(1681-1730)in:
                        Unutturdu bana serv-i revanı dün gülistanda
                        Efendim bir uzun boylu yeşil atlaslı afet var,
beytindeki yeşil atlas giyinmiş uzun boylu güzeli seyretmenin, şaire, gülistanda gördüğü serviyi unutturması, ressamın çizdiği o masal bahçesinde geçebilecek bir olay değil midir?
l  Aynı şekilde Ahmet Paşa(ö. 1497)nın:
                        Resmetmişim gözümde hayalini guyiya
                        Nakş-ı nigarı sagar-ı mercana yazmışem,
            Beytinde şairin, güya gözüne resmettiği, yani gözünde canlandırdığı suretini mercan kadehine çizdiğini söylediği sevgilisinin, muhayyelimizde uyandırdığı imge ile ressamın resmettiği ‘meclis’teki güzel arasında ne fark vardır?
l  Francis Bacon(1561-1627)ın “Sanat, doğaya eklenmiş olan insandır” sözü, bu noktada anlam kazanıyor. Çünkü artık tabiatta var olanı taklit değil, ona yeni bir şey eklemek, yeni bir yaratış söz konusudur.
l  Yakup Kadri’nin “Yaban” adlı romanında yüzyıllardır resim=put şeklinde algılanan bir sanatın halktaki tepkisini yansıtan bu romanda, eski ressamın elini tutan anlayışın edebiyatçı için malzeme olduğu, onu bir mizah unsuru gibi kullandığı görülmektedir. Yazarın bu özgürlüğü yeni değildir; birtakım mecazlar, istiareler içine gizleyerek de olsa istediğini yazma konusunda o, her zaman, ressamdan daha özgür olmuştur.
l  Çünkü şairin, sözün arkasına saklanması mümkünken, ressamın böyle bir imkanı yoktur; o, vermek istediğini açıkça ortaya koymak zorundadır.
l  Dünyaya bir ressam gözüyle bakan ve bir pitoresk duygusuna sahip ilk yazarımız Samipaşazade Sezai(1859-1936)’dir. Esaret ve hürriyet temalarını işlediği ve kahramanlarından birisinin ressam olduğu Sergüzeşt(1888,sayfa 100) adlı romanında, bütün romana, hayatı ve dünyayı pasif, seyirci bir gözle seyreden bir ressamın bakışı hakimdir. Romanın asıl yapısında da, tasvir vakadan ve olaydan daha esaslı bir yer tutmaktadır.
l  Türk Edebiyatı’nda göze hitap eden, gerçekçi resme has başarılı bir tasvire ancak Halit Ziya’nın roman ve hikayelerinde rastlanır. Işık, renk ve gölge oyunlarına dikkat edilerek yapılan, mahalli renk ve havayı veren böyle bir tasviri ancak resim terbiyesi almış bir yazar yapabilir.
l  Recaizade Mahmut Ekrem, güzel sanatları, “sanayi-i nefise” adıyla ele almakta; şiir, musiki, resim, heykel ve mimariyi güzel sanatların içinde değerlendirmektedir. Güzellikle ‘aşk’ın sanatı yarattığına inanmaktadır. Sanatın yaratılışında kadın ile ilhamı gerekli görmekte; güzel sanatlar içerisinde şiirle resim arasında sıkı bir bağ kurmakta ve “şiir resim gibidir” demektedir. Resmin renk unsuruna karşılık, edebiyatta hayal gücü ve edebi sanatları göstermektedir. Ekrem’e göre, edebi sanatlar resimdeki renklerin yerini alır.
l  Şiirimize resmi getiren, resimden şiir çıkaran bir başka şair, Tevfik Fikret’tir. Kalemini fırça gibi kullanan ve şairane tablolara bakarak şiir yazmak çığırını aşan Fikret, mısralarında ses, söz, resim ve şekil sanatlarını birleştirmiştir.
l  Ressamın perspektif ve gölgeleme konusunda kendisine örnek aldığı Batılı, edebiyatta da, yazarın ufkunu genişletmiştir. Batıda resmin, çeşitli milletlere ait nesrin gelişiminde önemli payı olduğunu bilmek, edebiyatın resmin peşinden giderek tabiatı keşfettiğini görmek Türk edebiyatçısına güzel sanatlar(resim, heykel, mimari)dan beslenme ve kazandıklarını eserine taşıma yolunu açmıştır.
l  Bütün bu düşüncelerden hareketle, resim, vermek istediği mesajı, boyalar vasıtasıyla ressamın tuvale yaptığı fırça darbeleriyle ve girift şekiller ekseninde ifade etmeye çalışır.
l  Edebiyatın malzemesi ise, dildir. Yani kelimelerin gerçek,mecazi, soyut ve yan anlamlar ekseninde imtizaç ettirilerek, sanat nokta-i nazarından dile getirilmesine dayanır. Özellikle şiirde, şair, anlatmak istediğini semboller, imajlar, hayaller, metaforlar alemi içinde yansıtır. Bu yansıtma, şairin öznel bakış ve ferdi üslup açısından ifade etmesine müstenittir.
l  Resimde ise, ressam, anlatmak istediğini çizgiler, şekiller, karartmalar, ışığın farklı tonlarını fırça darbeleriyle imtizaç ettirerek yeni bir bakış ve yeni bir keşif ekseninde sanatını icra eder. Ressamın malzemesi, renklerdir, ışıklardır, gölgelerdir, karanlıklardır, desenlerdir. Kısacası ressam, bir renk cümbüşü içerisinde vermek istediği mesajı renklerle ve şekillerle izdivaç ettirerek ve bunu yaparken de kapalı semboller oluşturarak yansıtır.
l  Kimi ressamlar, dönemin güzel hallerini gözümüzün önünde canlandırarak resmederken, kimi ressamlar da en acıklı sahneleri ve savaşın yıkımını gözümüzün önüne serer. Özellikle Pablo Picasso’nun “Guernica” adlı tablosu İspanyol toplumunun o dönemdeki savaş halini ve bu savaş halinin ressam açısından ideolojik bağlamda resmedilmesi esasına dayanır.
l  Empresyonist ressam, kalıcı ve statik olanın değil, geçici ve dinamik olanın peşindedir.Daha açık bir ifadeyle o, akıp giden zaman içinde sürekli bir değişim yaşayan dış dünyayı; bu dinamik dünya ile aynı kaderi paylaşan kendi iç dünyasını birleştirip an’ı tuvalde yakalamak ve dondurmak arzusundadır.
l  Şiirdeki empresyonizm de dış dünya ile sanatkarın iç dünyası arasındaki ilişkiyi esas alır. Bu ilişkide asıl olan, dış dünyanın sanatkarın ruhunda bıraktığı intibalardır. Bir başka ifadeyle empresyonist şiir, dış dünyanın, sanatkarın iç dünyası perspektifinden görünüşünün ifadesidir. Bu anlayış en çok Ahmet Haşim’de görülür. Onun şiirlerinde gördüğümüz varlıklar, iç dünyası ve psikolojisinin süzgecinde şekillenip renklenerek mısralara dökülürler. Örneğin, Ahmet Haşim’in şu şiiri, empresyonizmin şair cephesinden terennümatıdır.
                        Seyreyledim eşkal-i hayatı
                        Ben havz-ı hayalin sularında
                        Bir aks-i mülevvendir onunçün
                        Arzın bana ahcar ü nebatı
            İşte şair, empresyonizmi, kendi ferdi üslubu ile sanat nokta-i nazarından süzerek, kelimelerin birlikteliğinden hareketle yazıya aktarır. Ressamın yaptığı da ışığın çarpıcı etkisi altında gördüğünü renk cümbüşü içerisinde ve renklerin farklı tonlarını kullanarak fırça darbeleriyle dış alemi tuvaline taşıyarak yansıtma şeklindedir.
l  Kübist resme baktığımızda kübistler, dış dünyanın, objenin geçici bir anını değil, ebedi özünü; yalnız görünen yönlerini değil görülmeyen yönlerini, ruhunu, şuuraltını; yalnız halini değil, geçmişi ve geleceğini yansıtmak isterler. Özellikle resimde obje, üç boyutlu olarak ve geometrik biçimlerle yansıtılmaya çalışılır.
l  Bunu gerçekleştirmek için kübist ressamın metodu şudur: Önce resmini yapmak istediği model veya manzarayı analiz etmek, onu parçalarına ayırmak; daha sonra da bu parçaları kendi zihni düzeni içinde yeniden kurmak, sentez etmektir. Mesela, bir insanın resminde sadece onun dış görünüşü, bulunduğu mekan, gölgesi verilmekle kalmadı. Aynı tabloda o insanın duyguları, hayalleri, arzuları, hatta günah ve sevapları da yansıtılmaya çalışıldı. Söz konusu tabloda sadece yağlı boya veya karakalem değil, bunların dışındaki diğer malzemelerden(cam, kum, kumaş parçası, kağıt, tahta vb.) de faydalanarak belli bir uyum yaratılmaya gayret edildi.
l  Kübist şairlere göre, “söylenmemiş olanı” ve “görülmemiş olanı” söylemek hususunda dış dünya ile iç dünyayı birleştirici rol oynayan akıl değil, hayal etme gücüdür. Bu güç yardımıyla kübist şair, bir dizi fikir ve imaj çağrışımlarını, çoğu zaman en cesur, en çarpıcı ve alışılagelmemiş ters düşen çağrışımları, yan yana getirmek suretiyle, hareketleri, olayları yazı ile yeniden canlandıracaktır.
l  Kübist şiir, resim sanatı ile olan yakın ilgisi sebebiyle önemli ölçüde görsel bir niteliğe sahiptir. Şiir duyulan, anlaşılan bir sanat olmaktan çok, görülen ve bu yolla okuyucuda bir yığın çağrışım doğuran sanat olma durumuna gelir. Nasıl sembolizm musiki konusunda ısrarlı ve musiki ile işbirliği içinde olmuşsa, kübist şiir de resim sanatıyla dayanışma içindedir. Nitekim kübist şairlerin şiirleri veya şiir kitapları çoğu zaman resimlenmiş halde yayımlanmıştır.
l  Kübist şiirde kelimeler, sadece lügat anlamları veya bilinen yan anlamlarının da dışında kalan en derin veya uzak anlamlarıyla kullanılmaya çalışılır. Böylece resimdeki üç boyutluluk şiirde gerçekleştirilmeye çalışılır.
l  Yahya Kemal “Resimsizlik Ve Nesirsizlik” adlı yazısında, “resimsizlik yüzünden cedlerimizin yüzünü göremiyoruz. Ah bu ne feci hicrandır! Eski şehirlerimizi göremiyoruz;yanmış yahut yıkılmış nice binalarımızı göremiyoruz; eski kıyafetlerimizi göremiyoruz, o kıyafetlerin asırlar arasında, yavaş yavaş nasıl tekamül ettiklerini anlayamıyoruz; vatanı kurduğumuz eski seferlerimizi, eski meydan muharebelerimizi, bu muharebeleri başaran şerefli ordularımızı göremiyoruz. Ah, ah… resimsizlik yüzünden daha neleri, neleri göremiyoruz” diye yakınmış, sohbetlerinde ısrarla savunduğu bu görüşü “Hayal Beste” adlı şiirinde de işlemiştir.
l  Ressam Melek Celal, Yahya Kemal’in resimden “hayret verecek derecede” anladığını ve en sevdiği ressamın Goya olduğunu, Madrid elçiliği sırasında bu büyük ressamı dikkatle incelediğini söyler.
l  Mehmet Akif, Safahat’ta resim hakkındaki düşüncelerini “Ressam Haklı” adlı şiirinde şu şekilde ifade etmiştir:
l  Eski şairlerimizin tasvire önem vermediğini hatta şairliğe aykırı gördüklerini ifade etmiştir. Edebiyatımızın tasvir konusunda eksik olmasının sebeplerinden biri, bizde resmin olmayışından kaynaklandığını, eğer bizde ressamlık olsaydı, belki şairlerimiz resmin kıymetini anlayarak gördükleri gibi yazmaya gayret göstereceklerdi.
l  Ahmet Haşim, Peyami Safa, Cemal Süreyya, Aziz Nesin, Nazım Hikmet, Oktay Rıfat
ve İlhan Berk de resim sanatına ilişkin görüşlerini dile getirmiş ve eserlerinde resme yer vermişlerdir.






EDEBİYAT’TA RESMİN ROMANA YANSIMASINI GÖSTEREN ÖRNEKLER
           
A.Hamdi Tanpınar’ın hem kendi eserlerine hem de bu eserler üzerine yazılanlara bakıldığında, onun tam anlamıyla bir güzel sanatlar sevdâlısı (dilettante) olduğunu belirtmek yerinde olur.Tanpınar’ın güzel sanatların hemen her dalına alâkanın ötesinde vukufiyeti, kurgusal eserlerinde sanatçı kişiliğinin arkasında kendini gizler. Bu gizlenen nitelik, yer yer mermeri özenle oyup işleyen heykeltıraş titizliğinde işlenmiş ifadelerinde, gözümüzün önünde büyük ve etkileyici bir tablo çizen uzun cümlelerinde ortaya çıkar.
            Tanpınar’ın resme karşı ilgisi çoktur. Avrupa müzelerinde gördüğü resimlerin önünde, defterine notlar alacak kadar bu sanata tutku besler, bunu unutmuş olmamıza esef ederken, sanki kendisinin de bir ressam olamayışını telafi etmek istercesine tasvir ve benzetmelerinde sıkça resim sanatının örneklerine başvurur.
            Mahur Beste’de Atiye’nin büyük eniştesi Refik Bey, doktorluğunun yanı sıra “güzel resim” yapan birisidir. (s.114)
Huzur’da resim sanatı, karakterler arasında bir bağ kurma vasıtası olmak yerine, yazarın tasvir gücünü ve kültür birikimini yansıtan bir yan öğe durumundadır. Örneğin şu pasaj, resim sanatına ilişkin bir ayrıntı içermekle birlikte esasen yazarın kelimelerle resim çizme gücünü yansıtmasına bir örnektir:
            “Üsküdar açıkları, lodoslu akşamın suda kurulmuş malikânesi olmaya başlamıştı. Sanki Kızkulesi’nden Marmara açıklarına kadar denizin altına, su tabakalarının arasına yer yer, iyi dövülmüş bir yığın mücevher parıltısından geçirilmiş bakır levhalar döşenmişti. Bazen bu bakır levhalar suyun üstünde yüzüyor, adeta mücevher sallar yapıyor, bazen da primitif ressamlarda, mağfiretin timsali ışığın kaynaştığı derinlikler gibi hasretle, bir hakikate yükseliş arzusu ile dolu, büyük ve kıpkırmızı uçurumlar açıyordu.” (s.134)
Bu cümleler, sanki bir tabloyu gözümüzün önünde canlandırıyor. Yazar, bu görsel malzemeyi nev-i şahsına münhasır bir şekilde muhayyelimizde tecessüm ettiriyor ve o manzarayı sanat nokta-i nazarından mütalaa ederek o vaziyeti adeta gözümüzün önünde tablolaştırıyor.


Ressam Fausto Zonaro da, Kız Kulesi’ne ve denizdeki salların vaziyetine bakarak yukarıdaki resim tablosunu yapmıştır.  Ressamın resmettiği bu durum, ressamın o andaki ruh halini yansıtır. Gökyüzünün bulutlarla kaplı ve sisli olması, ressamın o andaki halet-i ruhiyesini gözler önüne serer. Ressamın içi kararmıştır yani zamandan şikayetçidir. Ufuklar kapalıdır. Bir aydınlık parıltısı bile yoktur. Her taraf sisle kaplanmış, umut emareleri yok olmuştur.
            Tanpınar, “Huzur” romanında sadece Mümtaz’ın düşüncelerini verdiği sayfalarda değil, kendi yaptığı tasvirleri renklendirip kuvvetlendirmek için de ressamlara atıf yapar. Örneğin bir İstanbul akşamı manzarasındaki bir rengi anlatmak için Rembrandt’ı, dinlediği türkülerle Mümtaz’ın önünde bir anda açılıveren atmosferin farklılığını vurgulamak için Fra Filippo Lippi’yi anar. (s.366, s.462)
            Tüm bu örneklerden hareketle, Huzur’da resmin kullanılışının, edebiyat ve resim ilişkisindeki “şu veya bu resim veya şiir bende aynı ruh halini yaratıyor” şeklindeki yaygın duruma paralel olduğunu belirtmek gerekir.

l  Yine Mehmet Rauf’un “Eylül” adlı romanından aldığımız aşağıdaki parçalar, Eylül ayının yazarda bıraktığı intibaları ve görsel malzemeyi sunmadaki bakışını ortaya koymaktadır:
l  “Büyük dere açıklarına çıktıkça vadiyi iyice görmeye başladılar, ta ileride sürüklene sürüklene dalgalanan küçük tepeler silsilesine, bütün vadiyi kuşatarak nihayet alçalıp dağılan dağların, yapraklarını dökmüş ağaçların manzarası gözümüzü saatlerce işgal ederdi. Diğer tarafta ufuklar dumanlı, hep sessiz ve gamlı idi.”(Eylül, s.143)
l  Görüleceği üzere, yazar Eylül ayının kendinde bıraktığı izlenimleri, doğada gördüğü manzaraları, o anki psikolojisi bağlamında ifade etmiştir. Bu tasvirde nesnel ve öznel ifadeler beraber yer almakta ve şairin ferdi üslubu çerçevesinde dile getirilmektedir.

Ressam, Albert Bierstadt, güz mevsimini anlattığı ve resmettiği yukarıdaki tablosunda, güz mevsiminin kendisinde uyandırdığı izlenimleri, karartıcı bir atmosfer içinde psikolojik durumunu da yansıtarak, eylül ayının insana hüzün veren ve insana ölümü hatırlatan havası içinde, yaptığı fırça darbeleriyle o anı gözümüzün önünde nakşederek tezahür ettirir. Böylelikle ressam, bize güz mevsiminin dağılan yapraklarını ve sararmış vaziyetini hatırlatır.
Ressam, sonbaharı nesnel gerçeklik tablosu çerçevesinde ele almış ve o durumu fırça vasıtasıyla renklerin farklı tonlarını oluşturarak resmetme başarısını göstermiştir. Bir yanda göğün kararmış vaziyeti ile, güneşin batmaya yakın, ağaçlara vurduğu kızıllık aynı tablo içinde yansıtılmıştır.

EDEBİYAT’TA RESMİN ŞİİRE YANSIMASINI GÖSTEREN ÖRNEKLER

Bursa’da bir eski cami avlusu,
                        Küçük şadırvanda şakırdayan su;
                        Orhan zamanından kalma bir duvar…
                        Onunla bir yaşta ihtiyar çınar.
                        Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
                        Ovanın yeşili, göğün mavisi…
                        Ve mimarilerin en ilahisi.
           
             Ahmet Hamdi’nin, “Bursa’da Zaman” adlı şiirinde geçen bu mısraların resmini çizmekte hiç de zorlanmayız.

                        Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta,
                        Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…
                        Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

            Ahmet Haşim’in “Merdiven” adlı şiirinden aldığımız bu dizeler, bize suyun kızıllığını ve akşamın gurub vaktini şiirsel imgeyle bütünleştirerek sunar.

Bir beyaz lerze,
                        Bir dumanlı uçuş.
                        Eşini kaybeyleyen bir kuş…
                        Başladı parça parça pervaze karlar,
                        Ki hamuşane dembedem ağlar.
           
            Cenap Şahabettin’in “Elhan-ı Şita”(Kış Nağmeleri) adlı şiirinden aldığımız bu dizeler, karın yağış anını ve o andaki vaziyeti gözümüzün önünde canlı bir şekilde resmetmektedir.
                       
                        Kadrini seng-i musallada bilüp ey Baki
                        Durup karşına el bağlayalar yaran saf saf
           
            Baki, bu şiirinde, kendini musalla taşında görür ve sevdiklerinin, karşısında durarak el bağladıklarını tahayyül ederek, o ölüm anını gözümüzün önüne getirmekte ve adeta o vaziyetin resmini çizmektedir.

Bir elinde gül bir elde câm geldin sâkıyâ
                        Kangısın alsam gülü yahut ki câmı ya seni
                                                                                                         
            Bu beyitte Nedim, sevgilinin bir elinde gül, diğer elinde ise kadehin olduğunu gözümüzün önünde canlandırarak resmetmiştir.

                        Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak
                        Boşanır sırtlara, vadilere sağnak sağnak
                        Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.
                        Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…

               M. Akif’in, “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirinden aldığımız bu mısralar, Akif’in o zamanki atmosferi ve hali yansıttığını ve o vaziyetin resmini çizdiğini müşahede etmekteyiz. 

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
                        Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
           
            Yahya Kemal’den aldığımız yukarıdaki dizeler, savaş anının resmini gözümüzün önünde tablolaştırarak sunar. Böylelikle o anki manzarayı canlı bir şekilde idrak ederiz.

                        Çözülen bir demetten indiler birer birer,
                        Bırak, yorgun başları bu taşlarda uyusun.
                        Tutuşmuş ruhlarına bir damla gözyaşı sun.
                        Bir sebile döküldü bembeyaz güvercinler…

            Görüleceği üzere, Ziya Osman’ın “Sebil Ve Güvercinler” adlı şiirinden aldığımız bu dörtlükte, karşımızda güvercinlerin birer birer aşağıya inmesi ve sebile dökülmesi ile “bembeyaz güvercinler” tamlamasının o manzarayı berraklaştırdığını ve safileştirdiğini idrak edebiliyoruz. Böylelikle resme has bir dikkatle o anki vaziyet tablolaştırılır.

İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
                        Serin serin Kapalı Çarşı;
                        Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa;
                        Güvercin dolu avlular.
                        Çekiç sesleri geliyor doklardan,
                        Sucuların hiç durmayan çıngırakları;
                        İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
           
            Orhan Veli’nin,“İstanbul’u Dinliyorum” adlı şiirinden aldığımız bu mısralar, İstanbul’un o andaki halini canlı bir şekilde resmetme başarısını gösteren şiirlerdendir.
           
                        Sular sarardı… yüzün perde perde solmakta,
                        Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…
                        Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

            Ahmet Haşim’in “Merdiven” adlı şiirinden aldığımız bu dizeler, bize suyun kızıllığını ve akşamın gurub vaktini şiirsel imgeyle bütünleştirerek sunar. Böylelikle şiirdeki o kızıllık gözümüzün önünde belirir.



Pablo Picasso’nun “Guernica” adlı yukarıdaki tablosunu temele alan İlhan Berk, “Guernica” adlı bir şiir yazar. Bu şiirinde Picasso’nun tablosuna bakarak savaşı,boğazlaşmayı, insanların birbirlerini katledişlerini anlatıyor. Önce resimdeki “lamba” figürü ve onun uyandırdığı korkunun şiire yansıması:
                       
yüz yıllık lamba bir yandı bir söndü
                        öldü dirildi
                        Guernica

Ve resimdeki boğa figüründen hareketle, savaşın dehşet ve karmaşası şiire şöyle yansımış:
                       
daha sabah
                        ağaç kararmamıştı
                        boğayı gördüm
                        boğayla beraber yüzlerce adamı gördüm ilk defa
                        guernica ana baba günüydü
                       
Resim bir saldırıyı, katliamı tasvir ediyor. Bu karmaşa, saldırı ve katliam tasviri, Berk’te şiirsel imgelere şöyle dönüşüyor:
                       
bir fırtına bir yangın
                        öyle bir şey
                        göz gözü görmüyor
                        belli savaş
                        belli ölüm
                       
Tabloda elinde lambayla bir kadın figürü de var. Berk, bu figürü şiirde şöyle tasvir ediyor:
                       
daha sabah
                        ananın uykusu var
                        elinde bir lamba dolaşıyor habire dolaşıyor
                       
Sonuçta, İlhan Berk’in bu şiiri, savaşın dehşetini, acısını, diğer yanda kimi insanların vahşi duygularını anlatıyor. Ancak şairin bu duyguları, Picasso’nun “Guernica”sından hareketle vermesi önemlidir. Şiirle resmin yolu işte bu noktada kesişiyor, resim, şaire ilham kaynağı oluyor.

BATILI RESSAM VE YAZARLARIN GÖZÜYLE, DOĞU
           
            19. yüzyılın gözde edebi yapıtlarının uzun Doğu tasvirleriyle beslenmiş olan ressamlar, çoğu kez romantik bir serüven ve egzotizm meraklısıdır.
            Doğu, gerek edebiyat, gerekse resimde ya egzotik bir yaşam alanı olarak, (paşalar, av sahneleri, doğa) ya mistik bir yaşam alanı olarak, (camiler, ağlama duvarı, Kiliseler, ibadet eden insanlar gibi) ya da şiddet ve barbarlığın hüküm sürdüğü yer olarak betimlenir.
            Böylelikle her ressam, doğuyu kendi hayal aleminde yeniden sunar. Tabi bu sunma işini genellikle sübjektif bir açıdan eserlerine yansıtırlar. Daha çok kasıtlı olarak doğudaki haller çarpıtılarak resmedilmekte, olduğu gibi değil, olmasını istedikleri gibi tuvale aktarırlar. Bu anlayış da batının, doğuya karşı beslemiş olduğu kinin ve çekememezliğin bir tezahürü olarak karşımıza çıkar. 




İslam, Batılı yazar ve gezginler için zamanın akışını durduran bir araç gibi algılanır. Pierre Lotti’nin “Aziyade”deki kahramanları ezanın okunmasını beklemekten başka hiçbir şey yapmayan kişiler olarak göze çarpar.

İslamiyet‟in Doğulular üzerindeki etkisini Von Der Ouderaa‟nın “Prayer” adlı eserinde bulabiliriz.. Namaz kılarken resmedilen bu yaşlı insanın gözlerindeki yalvaran bakışlar ve gökyüzüne dikilmiş olan gözleri, onun bu dünyaya ait olmadığını düşündürür. Kendini yaşadığı dönemin bütün sıkıntılarından ve karmaşasından arındırıp, güzel bir bahçede kendisini tamamen öte dünyanın ellerine bırakmış bir hali vardır.

İbadeti zamanın akışının durduğu anlar olarak gören Gerome, ünlü “Mur La mentation” adlı eserinde ağlama duvarının önünde, yaşadıkları dünyanın gerçeklerine sırt dönmüş Musevileri resmeder. Bu yönü ile Gerome, Doğuyu, dinin zamana hükmettiği ve gerçek dünyanın değerlerinin yok olduğu bir coğrafya olarak tanımlar.




              Doğu’ya Batılı ressam ve yazarların atfettiği bir diğer özellik ise, Doğu’nun egzotizmidir. Doğu, gelenekleri, yaşam şekilleri, inançları ile olduğu kadar, coğrafi yapısıyla da Batı’dan farklıdır. Uçsuz bucaksız çöller, engin denizler, Batılılara yabancı kavramlardır. Doğu bir çok yazar ve sanatçı için görsel bir zenginlik sunar. Tabiat ve insan, insan ve din, din ve çevre iç içedir. Bu uyum sanatçıların Doğu‟yu hayali bir cennet olarak görmelerine neden olur. Lamartine’ye göre Doğu: “insan gözünün asla bir daha göremeyeceği güzel bir görsel şölen” .Potocki‟ye göre “hiçbir tasvirin anlatamayacağı kadar güzel”, ve Gautier’e göre de “gerçekliğinden şüphe duyulacak kadar güzel bir yeryüzü cennetidir. Bütün bunlar gösteriyor ki, doğu, batılı ressamlar ve yazarlar için bir ilham kaynağıdır.



KAYNAKÇA

l  Hatice Bilen Buğra, Cumhuriyet Döneminde Resim- Edebiyat İlişkisi, Ötüken Yay., İst. 2000
l  İsmail Çetişli, Batı Edebiyatı’nda Edebi Akımlar, Akçağ Yay. Ank. 2007
l  Türk Edebiyatı Dergisi, Resim Özel Sayısı, 2009
l  Ertan Engin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Romanlarında “Resim” Ve “Mimarî”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi ,s.163-165, 2009
l  Doç.Dr.Serhat ULAĞLI, Oryantalize Edilen Bir Yaşam Alanı Olarak Doğu, “Resim Ve Edebiyattaki Kimi Örnekler Üzerinden Ötekileştirme Stratejilerine İmgebilimsel Bir Yaklaşım“
l  Mehmet Rauf, “Eylül”, Turna Yayınları, sayfa 143
l  Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI.cilt s. 533
l  Tanpınar, A.Hamdi Huzur, Dergâh yay., İstanbul 1996, 6.bs.
l  Tanpınar, A.Hamdi, Mahur Beste, Dergâh yay., İstanbul 1995, 3.bs.
l  Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Dol Karabakır Dol, İst. 1995, s.83
l  Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Resme Başlarken, İst. 1986, s.69
l  Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Resme Başlarken, İst. 1986, s.214
l  Dr. Mithat Durmuş, “Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Şiirlerinde Işık Ve Renk Unsuru”, Çukurova Üniversitesi, Türkoloji Araştırmaları Merkezi

0 yorum:

Yorum Gönder