EDEBİYAT VE RESİM
l Edebiyat ve resim, güzel sanatlar adı altında
değerlendirilen, en önemli sanatlardan ikisi olma vasfını taşımaktadırlar.
l Edebiyat ve resim, bütün milletlerin
edebiyatlarında var olan ve birbiriyle sürekli ilişki içinde varlığını sürdüren
ve böylelikle yeni ufuklara yelken açan bir yolda birbirini şekillendiren ve
dönüştüren bir yapıyı haiz olarak günümüze kadar var olagelmiştir. Özellikle
20.yüzyılın başlarında ortaya çıkan empresyonizm ve kübizmin edebiyatta da
tezahürlerini görmekteyiz. Empresyonist ve kübist ressamların resimleri
özellikle Avrupalı sanatçıları ve kısmen de Türk edebiyatını etkilemiştir.
l
Resimde
özellikle kuralsızlık, girift şekiller, soyut sanat, geleneksel olana karşı
çıkma, dış gerçeklik ve tabiattan kopuş göze çarpar.
l
Türk Sanatı’nda resmin gelişmemesinde İslam
dininin etkisi vardır. Şöyle ki:
W.Arnold,
Kuran’daki “musavvir” kelimesinin “yaratan, yapan, şekil veren” anlamında ve
Allah’ın bir sıfatı olarak kullanıldığını, İslam’da tasvirin bu yüzden şiddetle
yasak olduğunu söylemektedir.(Buğra, 2000) Yine bu anlayışı Hadislerde de
görmekteyiz. Şu Hadis bunu ifade etmektedir:
l
“Allah katında kıyamet günü azabı en şiddetli
olan kimseler musavvirlerdir. Her kim hayat sahibi bir suret resmederse, “hadi
buna can ver bakalım” denilerek azap edilir. Halbuki o, hayat vermek kudretini
haiz değildir.” (Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI.cilt s. 533).
l
Kuran’da kesin bir emir bulunmamakla birlikte,
tasviri yani resim ve heykeli yasaklayan hadislerin bulunduğu bir gerçektir.
Kaldı ki tasvir yasağı sadece Müslümanlıkta değil, öteki semavi dinlerde de
vardır. Nitekim Zebur’da altın ve gümüşten yapılan putların ağızları oldukları
halde konuşmadıkları, kulakları olduğu halde işitmedikleri, gözleri olduğu
halde görmedikleri belirtildikten sonra, bu putları yapanların sonunda onlara
benzeyecekleri ve öteki dünyada bu putlara ruh üfleme azabından
kurtulamayacakları ifade edilmektedir. Aynı şekilde ilk Hristiyanlığın da resim
ve heykele, putperestliğe düşme kaygısıyla cephe alındığını ve 745 yılında Doğu
Roma İmparatorluğu’nda vuku bulan “İkonaklazm Hareketi” ile kiliselerdeki bütün
dini resimlerin imha edildiğini biliyoruz. Protestanlığın kurucusu Martin
Luther de kiliselerden bütün dini tasvirleri kaldırmıştır.(Buğra, 2000)Bu
yüzden Türk sanatında resim gelişme imkanı bulamamıştır.
l
Resim, ışığa kavuşan her şeyi büyük bir aşk ile
incelemek ve bu aşkı renkler ve çizgiler aracılığı ile insanlara aşılamak
sanatıdır.İçerisinde bir ışık, bir güneş tadı olmayan resim bir nakış şaheseri
olabilir, fakat resim olamaz, diyen şair ve ressam Bedri Rahmi, resimde şiir ve
ışık bütünlüğünü aradığı gibi, şiirinde de resim ve ışık güzelliğini arar.
l
Dış dünyayı bir ressam gözü ile inceleyen Bedri
Rahmi, resim tablosunu andıran dış dünyadaki kompozisyonun kendi iç dünyasında
da olmasını ümit eder. Çünkü bu kompozisyon içinde; "Ağaç bütün / Işık
bütün /Meyve bütün“ fakat şairin iç dünyası paramparçadır.(Eyüboğlu, 1995)
l
"Şair ressamım - ressam şairim" diyen
Bedri Rahmi, okuyucusuna şiirler aracılığı ile resim tabloları sunan bir
sanatkârdır. Tabiat şiire davet edilirken, durgun imajlar ve semboller
canlanır, tabiatın bizatihi kendisi şiir oluverir. Dış âleme ait unsurların,
şairin iç âlemini yansıtan malzeme olması, şiir dizelerinin çizdiği yeni bir
dış dünya ile karşımıza çıkar. Şair gönül enginliğini denize, şiiriyetinin
yüksekliğini güneşe ve eserlerini parlak resim tablolarına benzetir. Bu
bakımdan deniz, güneş, gökyüzü, mavi sözcükleri şiirlerinin ayrılmaz unsurları
olur.(Eyüboğlu, 1986)
l
Bedri Rahmi'nin gerek şiirlerinde ve gerekse
resimlerinde tasvir ettiği dış dünya onun ruh hallerini imajlar ve sembollerle
gösteren gizli ve gizemli bir halde gösteren unsurlardır. Beşerî hayatında
yaşadığı sıkıntılara rağmen, kâinata güzellikler ve mutluluklar penceresinden
bakan şairin, şiir dili coşkun ve parlak tablolarla doludur.
l
Dış dünyayı örnek alan ressam, yaşadığı bölgenin
iklim şartlarını bile sanatına yansıtır. Bu yüzden kuzey ressamlarının
yaptıkları manzara resimlerinde gökler daima gridir, bulutludur. İtalyan
ressamlarındakinde ise, her zaman mavidir. Çünkü o ressamlar doğduklarında beri
gökyüzünü o renklerde görmüşlerdir. Türk ressamı da doğduğundan itibaren
masmavi bir gökyüzü altında yaşamıştır. O kadar ki, batılı ressamlara “Türk
Mavisi”(Turqoise) diye bir renk ismi bile hediye etmişlerdir.
l
Şair, Ressamın çizgiyle, renkle anlattığı alemi
yazıyla, sözle üstelik de tek beyitte vermektedir.
l
Nedim(1681-1730)in:
Unutturdu
bana serv-i revanı dün gülistanda
Efendim
bir uzun boylu yeşil atlaslı afet var,
beytindeki yeşil atlas giyinmiş
uzun boylu güzeli seyretmenin, şaire, gülistanda gördüğü serviyi unutturması,
ressamın çizdiği o masal bahçesinde geçebilecek bir olay değil midir?
l
Aynı şekilde Ahmet Paşa(ö. 1497)nın:
Resmetmişim
gözümde hayalini guyiya
Nakş-ı
nigarı sagar-ı mercana yazmışem,
Beytinde
şairin, güya gözüne resmettiği, yani gözünde canlandırdığı suretini mercan
kadehine çizdiğini söylediği sevgilisinin, muhayyelimizde uyandırdığı imge ile
ressamın resmettiği ‘meclis’teki güzel arasında ne fark vardır?
l
Francis Bacon(1561-1627)ın “Sanat, doğaya
eklenmiş olan insandır” sözü, bu noktada anlam kazanıyor. Çünkü artık tabiatta
var olanı taklit değil, ona yeni bir şey eklemek, yeni bir yaratış söz
konusudur.
l
Yakup Kadri’nin “Yaban” adlı romanında
yüzyıllardır resim=put şeklinde algılanan bir sanatın halktaki tepkisini
yansıtan bu romanda, eski ressamın elini tutan anlayışın edebiyatçı için
malzeme olduğu, onu bir mizah unsuru gibi kullandığı görülmektedir. Yazarın bu
özgürlüğü yeni değildir; birtakım mecazlar, istiareler içine gizleyerek de olsa
istediğini yazma konusunda o, her zaman, ressamdan daha özgür olmuştur.
l
Çünkü şairin, sözün arkasına saklanması
mümkünken, ressamın böyle bir imkanı yoktur; o, vermek istediğini açıkça ortaya
koymak zorundadır.
l
Dünyaya bir ressam gözüyle bakan ve bir pitoresk
duygusuna sahip ilk yazarımız Samipaşazade Sezai(1859-1936)’dir. Esaret ve
hürriyet temalarını işlediği ve kahramanlarından birisinin ressam olduğu
Sergüzeşt(1888,sayfa 100) adlı romanında, bütün romana, hayatı ve dünyayı
pasif, seyirci bir gözle seyreden bir ressamın bakışı hakimdir. Romanın asıl
yapısında da, tasvir vakadan ve olaydan daha esaslı bir yer tutmaktadır.
l
Türk Edebiyatı’nda göze hitap eden, gerçekçi
resme has başarılı bir tasvire ancak Halit Ziya’nın roman ve hikayelerinde
rastlanır. Işık, renk ve gölge oyunlarına dikkat edilerek yapılan, mahalli renk
ve havayı veren böyle bir tasviri ancak resim terbiyesi almış bir yazar
yapabilir.
l
Recaizade Mahmut Ekrem, güzel sanatları,
“sanayi-i nefise” adıyla ele almakta; şiir, musiki, resim, heykel ve mimariyi
güzel sanatların içinde değerlendirmektedir. Güzellikle ‘aşk’ın sanatı
yarattığına inanmaktadır. Sanatın yaratılışında kadın ile ilhamı gerekli
görmekte; güzel sanatlar içerisinde şiirle resim arasında sıkı bir bağ kurmakta
ve “şiir resim gibidir” demektedir. Resmin renk unsuruna karşılık, edebiyatta
hayal gücü ve edebi sanatları göstermektedir. Ekrem’e göre, edebi sanatlar
resimdeki renklerin yerini alır.
l
Şiirimize resmi getiren, resimden şiir çıkaran
bir başka şair, Tevfik Fikret’tir. Kalemini fırça gibi kullanan ve şairane
tablolara bakarak şiir yazmak çığırını aşan Fikret, mısralarında ses, söz,
resim ve şekil sanatlarını birleştirmiştir.
l
Ressamın perspektif ve gölgeleme konusunda
kendisine örnek aldığı Batılı, edebiyatta da, yazarın ufkunu genişletmiştir.
Batıda resmin, çeşitli milletlere ait nesrin gelişiminde önemli payı olduğunu
bilmek, edebiyatın resmin peşinden giderek tabiatı keşfettiğini görmek Türk
edebiyatçısına güzel sanatlar(resim, heykel, mimari)dan beslenme ve
kazandıklarını eserine taşıma yolunu açmıştır.
l
Bütün bu düşüncelerden hareketle, resim, vermek
istediği mesajı, boyalar vasıtasıyla ressamın tuvale yaptığı fırça darbeleriyle
ve girift şekiller ekseninde ifade etmeye çalışır.
l
Edebiyatın malzemesi ise, dildir. Yani
kelimelerin gerçek,mecazi, soyut ve yan anlamlar ekseninde imtizaç ettirilerek,
sanat nokta-i nazarından dile getirilmesine dayanır. Özellikle şiirde, şair,
anlatmak istediğini semboller, imajlar, hayaller, metaforlar alemi içinde
yansıtır. Bu yansıtma, şairin öznel bakış ve ferdi üslup açısından ifade
etmesine müstenittir.
l
Resimde ise, ressam, anlatmak istediğini
çizgiler, şekiller, karartmalar, ışığın farklı tonlarını fırça darbeleriyle
imtizaç ettirerek yeni bir bakış ve yeni bir keşif ekseninde sanatını icra
eder. Ressamın malzemesi, renklerdir, ışıklardır, gölgelerdir, karanlıklardır,
desenlerdir. Kısacası ressam, bir renk cümbüşü içerisinde vermek istediği
mesajı renklerle ve şekillerle izdivaç ettirerek ve bunu yaparken de kapalı
semboller oluşturarak yansıtır.
l
Kimi ressamlar, dönemin güzel hallerini
gözümüzün önünde canlandırarak resmederken, kimi ressamlar da en acıklı
sahneleri ve savaşın yıkımını gözümüzün önüne serer. Özellikle Pablo Picasso’nun
“Guernica” adlı tablosu İspanyol toplumunun o dönemdeki savaş halini ve bu
savaş halinin ressam açısından ideolojik bağlamda resmedilmesi esasına dayanır.
l
Empresyonist ressam, kalıcı ve statik olanın
değil, geçici ve dinamik olanın peşindedir.Daha açık bir ifadeyle o, akıp giden
zaman içinde sürekli bir değişim yaşayan dış dünyayı; bu dinamik dünya ile aynı
kaderi paylaşan kendi iç dünyasını birleştirip an’ı tuvalde yakalamak ve
dondurmak arzusundadır.
l
Şiirdeki empresyonizm de dış dünya ile sanatkarın
iç dünyası arasındaki ilişkiyi esas alır. Bu ilişkide asıl olan, dış dünyanın
sanatkarın ruhunda bıraktığı intibalardır. Bir başka ifadeyle empresyonist
şiir, dış dünyanın, sanatkarın iç dünyası perspektifinden görünüşünün
ifadesidir. Bu anlayış en çok Ahmet Haşim’de görülür. Onun şiirlerinde
gördüğümüz varlıklar, iç dünyası ve psikolojisinin süzgecinde şekillenip
renklenerek mısralara dökülürler. Örneğin, Ahmet Haşim’in şu şiiri,
empresyonizmin şair cephesinden terennümatıdır.
Seyreyledim
eşkal-i hayatı
Ben
havz-ı hayalin sularında
Bir
aks-i mülevvendir onunçün
Arzın
bana ahcar ü nebatı
İşte
şair, empresyonizmi, kendi ferdi üslubu ile sanat nokta-i nazarından süzerek,
kelimelerin birlikteliğinden hareketle yazıya aktarır. Ressamın yaptığı da
ışığın çarpıcı etkisi altında gördüğünü renk cümbüşü içerisinde ve renklerin
farklı tonlarını kullanarak fırça darbeleriyle dış alemi tuvaline taşıyarak
yansıtma şeklindedir.
l
Kübist resme baktığımızda kübistler, dış
dünyanın, objenin geçici bir anını değil, ebedi özünü; yalnız görünen yönlerini
değil görülmeyen yönlerini, ruhunu, şuuraltını; yalnız halini değil, geçmişi ve
geleceğini yansıtmak isterler. Özellikle resimde obje, üç boyutlu olarak ve
geometrik biçimlerle yansıtılmaya çalışılır.
l
Bunu gerçekleştirmek için kübist ressamın metodu
şudur: Önce resmini yapmak istediği model veya manzarayı analiz etmek, onu
parçalarına ayırmak; daha sonra da bu parçaları kendi zihni düzeni içinde
yeniden kurmak, sentez etmektir. Mesela, bir insanın resminde sadece onun dış
görünüşü, bulunduğu mekan, gölgesi verilmekle kalmadı. Aynı tabloda o insanın
duyguları, hayalleri, arzuları, hatta günah ve sevapları da yansıtılmaya
çalışıldı. Söz konusu tabloda sadece yağlı boya veya karakalem değil, bunların
dışındaki diğer malzemelerden(cam, kum, kumaş parçası, kağıt, tahta vb.) de
faydalanarak belli bir uyum yaratılmaya gayret edildi.
l
Kübist şairlere göre, “söylenmemiş olanı” ve
“görülmemiş olanı” söylemek hususunda dış dünya ile iç dünyayı birleştirici rol
oynayan akıl değil, hayal etme gücüdür. Bu güç yardımıyla kübist şair, bir dizi
fikir ve imaj çağrışımlarını, çoğu zaman en cesur, en çarpıcı ve
alışılagelmemiş ters düşen çağrışımları, yan yana getirmek suretiyle,
hareketleri, olayları yazı ile yeniden canlandıracaktır.
l
Kübist şiir, resim sanatı ile olan yakın ilgisi
sebebiyle önemli ölçüde görsel bir niteliğe sahiptir. Şiir duyulan, anlaşılan
bir sanat olmaktan çok, görülen ve bu yolla okuyucuda bir yığın çağrışım
doğuran sanat olma durumuna gelir. Nasıl sembolizm musiki konusunda ısrarlı ve
musiki ile işbirliği içinde olmuşsa, kübist şiir de resim sanatıyla dayanışma içindedir.
Nitekim kübist şairlerin şiirleri veya şiir kitapları çoğu zaman resimlenmiş
halde yayımlanmıştır.
l
Kübist şiirde kelimeler, sadece lügat anlamları
veya bilinen yan anlamlarının da dışında kalan en derin veya uzak anlamlarıyla
kullanılmaya çalışılır. Böylece resimdeki üç boyutluluk şiirde
gerçekleştirilmeye çalışılır.
l
Yahya Kemal “Resimsizlik Ve Nesirsizlik” adlı
yazısında, “resimsizlik yüzünden cedlerimizin yüzünü göremiyoruz. Ah bu ne feci
hicrandır! Eski şehirlerimizi göremiyoruz;yanmış yahut yıkılmış nice
binalarımızı göremiyoruz; eski kıyafetlerimizi göremiyoruz, o kıyafetlerin
asırlar arasında, yavaş yavaş nasıl tekamül ettiklerini anlayamıyoruz; vatanı
kurduğumuz eski seferlerimizi, eski meydan muharebelerimizi, bu muharebeleri
başaran şerefli ordularımızı göremiyoruz. Ah, ah… resimsizlik yüzünden daha
neleri, neleri göremiyoruz” diye yakınmış, sohbetlerinde ısrarla savunduğu bu
görüşü “Hayal Beste” adlı şiirinde de işlemiştir.
l
Ressam Melek Celal, Yahya Kemal’in resimden
“hayret verecek derecede” anladığını ve en sevdiği ressamın Goya olduğunu,
Madrid elçiliği sırasında bu büyük ressamı dikkatle incelediğini söyler.
l
Mehmet Akif, Safahat’ta resim hakkındaki
düşüncelerini “Ressam Haklı” adlı şiirinde şu şekilde ifade etmiştir:
l
Eski şairlerimizin tasvire önem vermediğini
hatta şairliğe aykırı gördüklerini ifade etmiştir. Edebiyatımızın tasvir
konusunda eksik olmasının sebeplerinden biri, bizde resmin olmayışından
kaynaklandığını, eğer bizde ressamlık olsaydı, belki şairlerimiz resmin
kıymetini anlayarak gördükleri gibi yazmaya gayret göstereceklerdi.
l
Ahmet Haşim, Peyami Safa, Cemal Süreyya, Aziz Nesin,
Nazım Hikmet, Oktay Rıfat
ve İlhan Berk
de resim sanatına ilişkin görüşlerini dile getirmiş ve eserlerinde resme yer
vermişlerdir.
EDEBİYAT’TA RESMİN ROMANA YANSIMASINI GÖSTEREN ÖRNEKLER
A.Hamdi
Tanpınar’ın hem kendi eserlerine hem de bu eserler üzerine yazılanlara
bakıldığında, onun tam anlamıyla bir güzel sanatlar sevdâlısı (dilettante)
olduğunu belirtmek yerinde olur.Tanpınar’ın güzel sanatların hemen her dalına
alâkanın ötesinde vukufiyeti, kurgusal eserlerinde sanatçı kişiliğinin arkasında
kendini gizler. Bu gizlenen nitelik, yer yer mermeri özenle oyup işleyen
heykeltıraş titizliğinde işlenmiş ifadelerinde, gözümüzün önünde büyük ve
etkileyici bir tablo çizen uzun cümlelerinde ortaya çıkar.
Tanpınar’ın
resme karşı ilgisi çoktur. Avrupa müzelerinde gördüğü resimlerin önünde,
defterine notlar alacak kadar bu sanata tutku besler, bunu unutmuş olmamıza
esef ederken, sanki kendisinin de bir ressam olamayışını telafi etmek
istercesine tasvir ve benzetmelerinde sıkça resim sanatının örneklerine
başvurur.
Mahur Beste’de Atiye’nin büyük eniştesi Refik Bey,
doktorluğunun yanı sıra “güzel resim” yapan birisidir. (s.114)
Huzur’da
resim sanatı, karakterler arasında bir bağ kurma vasıtası olmak yerine, yazarın
tasvir gücünü ve kültür birikimini yansıtan bir yan öğe durumundadır. Örneğin
şu pasaj, resim sanatına ilişkin bir ayrıntı içermekle birlikte esasen yazarın
kelimelerle resim çizme gücünü yansıtmasına bir örnektir:
“Üsküdar
açıkları, lodoslu akşamın suda kurulmuş malikânesi olmaya başlamıştı. Sanki
Kızkulesi’nden Marmara açıklarına kadar denizin altına, su tabakalarının
arasına yer yer, iyi dövülmüş bir yığın mücevher parıltısından geçirilmiş bakır
levhalar döşenmişti. Bazen bu bakır levhalar suyun üstünde yüzüyor, adeta
mücevher sallar yapıyor, bazen da primitif ressamlarda, mağfiretin timsali
ışığın kaynaştığı derinlikler gibi hasretle, bir hakikate yükseliş arzusu ile
dolu, büyük ve kıpkırmızı uçurumlar açıyordu.” (s.134)
Bu cümleler,
sanki bir tabloyu gözümüzün önünde canlandırıyor. Yazar, bu görsel malzemeyi
nev-i şahsına münhasır bir şekilde muhayyelimizde tecessüm ettiriyor ve o
manzarayı sanat nokta-i nazarından mütalaa ederek o vaziyeti adeta gözümüzün
önünde tablolaştırıyor.
Ressam Fausto
Zonaro da, Kız Kulesi’ne ve denizdeki salların vaziyetine bakarak yukarıdaki
resim tablosunu yapmıştır. Ressamın
resmettiği bu durum, ressamın o andaki ruh halini yansıtır. Gökyüzünün
bulutlarla kaplı ve sisli olması, ressamın o andaki halet-i ruhiyesini gözler
önüne serer. Ressamın içi kararmıştır yani zamandan şikayetçidir. Ufuklar
kapalıdır. Bir aydınlık parıltısı bile yoktur. Her taraf sisle kaplanmış, umut
emareleri yok olmuştur.
Tanpınar,
“Huzur” romanında sadece Mümtaz’ın düşüncelerini verdiği sayfalarda değil,
kendi yaptığı tasvirleri renklendirip kuvvetlendirmek için de ressamlara atıf
yapar. Örneğin bir İstanbul akşamı manzarasındaki bir rengi anlatmak için
Rembrandt’ı, dinlediği türkülerle Mümtaz’ın önünde bir anda açılıveren
atmosferin farklılığını vurgulamak için Fra Filippo Lippi’yi anar. (s.366,
s.462)
Tüm
bu örneklerden hareketle, Huzur’da resmin kullanılışının, edebiyat ve
resim ilişkisindeki “şu veya bu resim veya şiir bende aynı ruh halini
yaratıyor” şeklindeki yaygın duruma paralel olduğunu belirtmek gerekir.
l
Yine Mehmet Rauf’un “Eylül” adlı romanından
aldığımız aşağıdaki parçalar, Eylül ayının yazarda bıraktığı intibaları ve
görsel malzemeyi sunmadaki bakışını ortaya koymaktadır:
l
“Büyük dere açıklarına çıktıkça vadiyi iyice
görmeye başladılar, ta ileride sürüklene sürüklene dalgalanan küçük tepeler
silsilesine, bütün vadiyi kuşatarak nihayet alçalıp dağılan dağların,
yapraklarını dökmüş ağaçların manzarası gözümüzü saatlerce işgal ederdi. Diğer
tarafta ufuklar dumanlı, hep sessiz ve gamlı idi.”(Eylül, s.143)
l
Görüleceği üzere, yazar Eylül ayının kendinde
bıraktığı izlenimleri, doğada gördüğü manzaraları, o anki psikolojisi
bağlamında ifade etmiştir. Bu tasvirde nesnel ve öznel ifadeler beraber yer
almakta ve şairin ferdi üslubu çerçevesinde dile getirilmektedir.
Ressam, Albert
Bierstadt, güz mevsimini anlattığı ve resmettiği yukarıdaki tablosunda, güz
mevsiminin kendisinde uyandırdığı izlenimleri, karartıcı bir atmosfer içinde
psikolojik durumunu da yansıtarak, eylül ayının insana hüzün veren ve insana
ölümü hatırlatan havası içinde, yaptığı fırça darbeleriyle o anı gözümüzün
önünde nakşederek tezahür ettirir. Böylelikle ressam, bize güz mevsiminin
dağılan yapraklarını ve sararmış vaziyetini hatırlatır.
Ressam,
sonbaharı nesnel gerçeklik tablosu çerçevesinde ele almış ve o durumu fırça
vasıtasıyla renklerin farklı tonlarını oluşturarak resmetme başarısını
göstermiştir. Bir yanda göğün kararmış vaziyeti ile, güneşin batmaya yakın,
ağaçlara vurduğu kızıllık aynı tablo içinde yansıtılmıştır.
EDEBİYAT’TA RESMİN
ŞİİRE YANSIMASINI GÖSTEREN ÖRNEKLER
Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük
şadırvanda şakırdayan su;
Orhan
zamanından kalma bir duvar…
Onunla
bir yaşta ihtiyar çınar.
Yüzlerce
çeşmenin serinliğinden
Ovanın
yeşili, göğün mavisi…
Ve
mimarilerin en ilahisi.
Ahmet Hamdi’nin, “Bursa’da Zaman” adlı
şiirinde geçen bu mısraların resmini çizmekte hiç de zorlanmayız.
Sular
sarardı… yüzün perde perde solmakta,
Kızıl
havaları seyret ki akşam olmakta…
Sular
mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
Ahmet
Haşim’in “Merdiven” adlı şiirinden aldığımız bu dizeler, bize suyun kızıllığını
ve akşamın gurub vaktini şiirsel imgeyle bütünleştirerek sunar.
Bir beyaz lerze,
Bir
dumanlı uçuş.
Eşini
kaybeyleyen bir kuş…
Başladı
parça parça pervaze karlar,
Ki
hamuşane dembedem ağlar.
Cenap
Şahabettin’in “Elhan-ı Şita”(Kış Nağmeleri) adlı şiirinden aldığımız bu
dizeler, karın yağış anını ve o andaki vaziyeti gözümüzün önünde canlı bir
şekilde resmetmektedir.
Kadrini
seng-i musallada bilüp ey Baki
Durup
karşına el bağlayalar yaran saf saf
Baki,
bu şiirinde, kendini musalla taşında görür ve sevdiklerinin, karşısında durarak
el bağladıklarını tahayyül ederek, o ölüm anını gözümüzün önüne getirmekte ve
adeta o vaziyetin resmini çizmektedir.
Bir elinde gül bir elde câm geldin sâkıyâ
Kangısın alsam gülü yahut ki câmı ya
seni
Bu
beyitte Nedim, sevgilinin bir elinde gül, diğer elinde ise kadehin olduğunu
gözümüzün önünde canlandırarak resmetmiştir.
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene,
parmak, el, ayak
Boşanır sırtlara, vadilere sağnak
sağnak
Sürü halinde gezerken sayısız
tayyare.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan
mermiler…
M. Akif’in, “Çanakkale Şehitlerine” adlı
şiirinden aldığımız bu mısralar, Akif’in o zamanki atmosferi ve hali
yansıttığını ve o vaziyetin resmini çizdiğini müşahede etmekteyiz.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu
yendik
Yahya Kemal’den aldığımız
yukarıdaki dizeler, savaş anının resmini gözümüzün önünde tablolaştırarak
sunar. Böylelikle o anki manzarayı canlı bir şekilde idrak ederiz.
Çözülen bir demetten indiler birer
birer,
Bırak, yorgun başları bu taşlarda
uyusun.
Tutuşmuş ruhlarına bir damla gözyaşı
sun.
Bir sebile döküldü bembeyaz
güvercinler…
Görüleceği
üzere, Ziya Osman’ın “Sebil Ve Güvercinler” adlı şiirinden aldığımız bu
dörtlükte, karşımızda güvercinlerin birer birer aşağıya inmesi ve sebile
dökülmesi ile “bembeyaz güvercinler” tamlamasının o manzarayı
berraklaştırdığını ve safileştirdiğini idrak edebiliyoruz. Böylelikle resme has
bir dikkatle o anki vaziyet tablolaştırılır.
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Serin serin Kapalı Çarşı;
Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa;
Güvercin dolu avlular.
Çekiç sesleri geliyor doklardan,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim
kapalı.
Orhan
Veli’nin,“İstanbul’u Dinliyorum” adlı şiirinden aldığımız bu mısralar, İstanbul’un
o andaki halini canlı bir şekilde resmetme başarısını gösteren şiirlerdendir.
Sular sarardı… yüzün perde perde
solmakta,
Kızıl havaları seyret ki akşam
olmakta…
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor
mermer?
Ahmet
Haşim’in “Merdiven” adlı şiirinden aldığımız bu dizeler, bize suyun kızıllığını
ve akşamın gurub vaktini şiirsel imgeyle bütünleştirerek sunar. Böylelikle
şiirdeki o kızıllık gözümüzün önünde belirir.
Pablo
Picasso’nun “Guernica” adlı yukarıdaki tablosunu temele alan İlhan Berk,
“Guernica” adlı bir şiir yazar. Bu şiirinde Picasso’nun tablosuna bakarak
savaşı,boğazlaşmayı, insanların birbirlerini katledişlerini anlatıyor. Önce
resimdeki “lamba” figürü ve onun uyandırdığı korkunun şiire yansıması:
yüz yıllık lamba bir yandı bir söndü
öldü
dirildi
Guernica
Ve resimdeki
boğa figüründen hareketle, savaşın dehşet ve karmaşası şiire şöyle yansımış:
daha sabah
ağaç
kararmamıştı
boğayı
gördüm
boğayla
beraber yüzlerce adamı gördüm ilk defa
guernica
ana baba günüydü
Resim bir
saldırıyı, katliamı tasvir ediyor. Bu karmaşa, saldırı ve katliam tasviri,
Berk’te şiirsel imgelere şöyle dönüşüyor:
bir fırtına bir yangın
öyle
bir şey
göz
gözü görmüyor
belli
savaş
belli
ölüm
Tabloda elinde
lambayla bir kadın figürü de var. Berk, bu figürü şiirde şöyle tasvir ediyor:
daha sabah
ananın
uykusu var
elinde
bir lamba dolaşıyor habire dolaşıyor
Sonuçta, İlhan
Berk’in bu şiiri, savaşın dehşetini, acısını, diğer yanda kimi insanların vahşi
duygularını anlatıyor. Ancak şairin bu duyguları, Picasso’nun “Guernica”sından
hareketle vermesi önemlidir. Şiirle resmin yolu işte bu noktada kesişiyor,
resim, şaire ilham kaynağı oluyor.
BATILI RESSAM VE YAZARLARIN GÖZÜYLE, DOĞU
19.
yüzyılın gözde edebi yapıtlarının uzun Doğu tasvirleriyle beslenmiş olan
ressamlar, çoğu kez romantik bir serüven ve egzotizm meraklısıdır.
Doğu,
gerek edebiyat, gerekse resimde ya egzotik bir yaşam alanı olarak, (paşalar, av
sahneleri, doğa) ya mistik bir yaşam alanı olarak, (camiler, ağlama duvarı,
Kiliseler, ibadet eden insanlar gibi) ya da şiddet ve barbarlığın hüküm sürdüğü
yer olarak betimlenir.
Böylelikle
her ressam, doğuyu kendi hayal aleminde yeniden sunar. Tabi bu sunma işini
genellikle sübjektif bir açıdan eserlerine yansıtırlar. Daha çok kasıtlı olarak
doğudaki haller çarpıtılarak resmedilmekte, olduğu gibi değil, olmasını
istedikleri gibi tuvale aktarırlar. Bu anlayış da batının, doğuya karşı
beslemiş olduğu kinin ve çekememezliğin bir tezahürü olarak karşımıza çıkar.
İslam, Batılı
yazar ve gezginler için zamanın akışını durduran bir araç gibi algılanır.
Pierre Lotti’nin “Aziyade”deki kahramanları ezanın okunmasını beklemekten başka
hiçbir şey yapmayan kişiler olarak göze çarpar.
İslamiyet‟in
Doğulular üzerindeki etkisini Von Der Ouderaa‟nın “Prayer” adlı eserinde
bulabiliriz.. Namaz kılarken resmedilen bu yaşlı insanın gözlerindeki yalvaran
bakışlar ve gökyüzüne dikilmiş olan gözleri, onun bu dünyaya ait olmadığını
düşündürür. Kendini yaşadığı dönemin bütün sıkıntılarından ve karmaşasından
arındırıp, güzel bir bahçede kendisini tamamen öte dünyanın ellerine bırakmış
bir hali vardır.
İbadeti
zamanın akışının durduğu anlar olarak gören Gerome, ünlü “Mur La mentation” adlı
eserinde ağlama duvarının önünde, yaşadıkları dünyanın gerçeklerine sırt dönmüş
Musevileri resmeder. Bu yönü ile Gerome, Doğuyu, dinin zamana hükmettiği ve
gerçek dünyanın değerlerinin yok olduğu bir coğrafya olarak tanımlar.
Doğu’ya
Batılı ressam ve yazarların atfettiği bir diğer özellik ise, Doğu’nun
egzotizmidir. Doğu, gelenekleri, yaşam şekilleri, inançları ile olduğu kadar,
coğrafi yapısıyla da Batı’dan farklıdır. Uçsuz bucaksız çöller, engin denizler,
Batılılara yabancı kavramlardır. Doğu bir çok yazar ve sanatçı için görsel bir
zenginlik sunar. Tabiat ve insan, insan ve din, din ve çevre iç içedir. Bu uyum
sanatçıların Doğu‟yu hayali bir cennet olarak görmelerine neden olur.
Lamartine’ye göre Doğu: “insan gözünün asla bir daha göremeyeceği güzel bir
görsel şölen” .Potocki‟ye göre “hiçbir tasvirin anlatamayacağı kadar
güzel”, ve Gautier’e göre de “gerçekliğinden şüphe duyulacak kadar güzel
bir yeryüzü cennetidir. Bütün bunlar gösteriyor ki, doğu, batılı ressamlar
ve yazarlar için bir ilham kaynağıdır.
KAYNAKÇA
l
Hatice Bilen Buğra, Cumhuriyet Döneminde Resim-
Edebiyat İlişkisi, Ötüken Yay., İst. 2000
l
İsmail Çetişli, Batı Edebiyatı’nda Edebi
Akımlar, Akçağ Yay. Ank. 2007
l
Türk Edebiyatı Dergisi, Resim Özel Sayısı, 2009
l Ertan
Engin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Romanlarında “Resim” Ve “Mimarî”, Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi ,s.163-165, 2009
l
Doç.Dr.Serhat ULAĞLI, Oryantalize Edilen Bir
Yaşam Alanı Olarak Doğu, “Resim Ve Edebiyattaki Kimi Örnekler Üzerinden
Ötekileştirme Stratejilerine İmgebilimsel Bir Yaklaşım“
l
Mehmet Rauf, “Eylül”, Turna Yayınları, sayfa 143
l
Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI.cilt s. 533
l
Tanpınar, A.Hamdi Huzur,
Dergâh yay., İstanbul 1996, 6.bs.
l
Tanpınar, A.Hamdi, Mahur
Beste, Dergâh yay., İstanbul 1995, 3.bs.
l
Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Dol Karabakır Dol, İst.
1995, s.83
l
Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Resme Başlarken, İst.
1986, s.69
l
Eyüboğlu, Bedri Rahmi, Resme Başlarken, İst.
1986, s.214
l
Dr. Mithat Durmuş, “Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun
Şiirlerinde Işık Ve Renk Unsuru”, Çukurova Üniversitesi, Türkoloji
Araştırmaları Merkezi
0 yorum:
Yorum Gönder